Dolar (USD)
35.27
Euro (EUR)
36.75
Gram Altın
2979.41
BIST 100
10034.4
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Rönesansa kaç var?

Düşünsel anlamda nasıl bir sorunlar ağının içinde olduğumuzu isterseniz kısaca bir betimleyelim. Bir kere dünya ölçeğinde bir paradigma krizi yaşadığımız açık. Mevcut ideoloji ve yaklaşımların sorunlara cevap vermedeki kifayetsizliği gün geçtikçe daha çok ortaya çıkıyor.

Fakat ben daha çok Müslüman toplumlar özelinde konuşmak istiyorum. Müslüman toplumlarda bu paradigma kriz daha da belirgin hale geldi. Modernlikle karşılaşmamızdan itibaren, İslam ve gelenek Müslüman toplumlar için bir tutamak noktası ve geleceğe dair bir ümidi ifade etmekteydi. Kapitalizm, zaten aşama aşama gelişirken, sömürgecilik daha da vahim bir hal aldı. Özellikle post-kolonyal dönemde, sürekli rafine yöntemlerle tüketim toplumuna gelmeyi başardı.

Bu arada Marksist ideoloji, Batı paradigmasının içinde kapitalizme alternatif olmayı denedi. Fakat başarısız deneyimler yaşadı ve yaşattı. Aslında Marksizm hala kendisini güncellemeye çalışarak dünyaya bir söz söylemeye gayret etti. Bu, sadece siyaset alanında değil, farklı bilimsel çalışmalarda ve sosyal bilimlerde kendisi gösteriyor.

Müslüman toplumlara gelince, onlar da henüz iyi bir deneyim ortaya koyabilmiş değiller. Batı ile bilimsel anlamda yüzleşme ve cevap verebilme gerçekleştirilebilmiş değil. Hatta daha da ötede bilim ve bilgi alanındaki tartışmalar, Müslüman toplumlarda “inanç” alanının içine çekilerek boğuluyor. Görebildiğim ciddi tehlike; bilimsel alanda gittikçe konuşulamaz hale gelmedir.

İnanç ve değerler alanı, toplumların gerek hedef ve yönelimleri, gerekse motivasyonları açısından önemlidir. Fakat kurumsallaşmış anlamıyla inancı, bilimi hareket ettiremeyecek şekilde konumlandırmak, giderek gündelik hayatın makro ve mikro tüm yönetimini diğer paradigmalara devretmek anlamına gelecektir. Müslüman toplumlarda maalesef özelde kurumsallaşmış anlamda dinin, içinde yaşadığımız soru(n)lara cevap verebilme kapasitesi oldukça düşmüştür. Belki de bu sebeple, aslında bir nevi dünyaya bakma tarzı olan “kelam”ın cevap verebilme kapasitesini artırmamız gerekmektedir.

Peki böyle bir manzara-i umumi içerisinde geleceğe projeksiyon geliştirmemiz gerekirse ne olacak? Bundan sonra dünya ölçeğinde kurumsallaşmış anlamda dinin üzerinde daha yoğun tartışmalar olacağını düşünebiliriz. Çünkü sorunlar makro ve mikro hangi düzeyde görünür olursa olsun, bunun Tanrı-insan ilişkisine yansımaması beklenemez. Müslüman toplumlar da bu yoğun tartışmaların bir istisnası değil. Hatta Müslüman toplumlarda bu eleştirilerin daha yoğun olacağını bile bekleyebiliriz. Zira Müslüman toplumlar Batılılara göre sorunları daha derinde yaşıyorlar.

Batı’da Rönesans, öncelikle içinde yaşanılan bir paradigma krizi üzerine başlamıştı. Ortaçağ boyunca hakimiyetini sürdüren kilise, sorunlara cevap veremediği için yeni bir paradigma ihtiyacı baş gösterdi. Hümanizma etrafında gelişen bu yeni paradigma yüzyıllar içerisinde fizik ve sosyal bilimlerdeki katkıyla kendisini netleştirdi ve kurumsallaştırdı.

İslam dünyası da Hz. Peygamber’in (SAV) irtihalinin ardından, ilk olarak kendisini teoloji yani kelamla ifade etmeye başladı. Kelam İslam dünyasının önce dünya görüşünü netleştirdi. Ardından ciddi anlamda fıkıhtan astronomiye bilimsel gelişmeler kendisini gösterdi.

Bugün Kelamın önemi buradan kaynaklanmaktadır. Dogmatik zihniyetliler her şeyin olup bittiğini zannederek, en ufak tartışmaları bile dine saldırı olarak düşünüyorlar. Halbuki Hz. Peygamber de zaten kendisinden önce var olan tevhid geleneğini içinde bulunduğu koşullarda ete kemiğe büründürerek sorulara cevap vermeye hazır hale getirmişti. Fakat bugün, Müslüman toplumların bu tartışmalara uzak oluşu-istisnalar hariç- hazırdan yeme zihniyetinin bir yansımasıdır.