Robotun "fücur" ve "takva"sı yoktur
İnsan denilen varlık şu yeryüzünde diğer
canlılardan elbette birtakım nitelikleriyle ayrılmaktadır. En azından bu zamana
kadar varlık dünyasında insan ayrıcalıklı konumunu koruyagelmiştir.
Fakat özellikle içinde yaşadığımız zaman
diliminde teknolojik gelişmelerin giderek hızlanması ve hatta katlanarak yol
alması, bakışların yeniden insana çevrilmesini sonuçladığı gibi hızlı
değişimlerin geleceğe doğru yarattığı belirsizlik insana dair kaygıları da
artırmaktadır. Nitekim transhümanizm kavramı çerçevesinde yapay zeka, robot
teknolojisi, insanın temel işlevlerinin makinalara aktarılma teşebbüslerinin en
fazla insanın evrendeki konumu ve işlevini etkileyeceğini anlamak zor değildir.
Burada tüm bu gelişmeler üzerine “din”sel
konuşmaların içerikleri ve onlara yönelik eleştirilerin mahiyetine dair bazı
saptamaları ifade etmek gerekir. Birincisi, bu tür gelişmelere kimi dinsel
söylemlerin “Allah’ın işini elinden almak” şeklinde özetleyebileceğimiz bir
içerikle itirazlarda bulunduğu görülebilir. Doğrusu bu yaklaşımın oldukça
yersiz olduğunu kanaatimizce bunun Tanrı adına kaygılanmak gibi tuhaf bir
yaklaşımı içerdiğini söyleyebiliriz.
Öte yandan dinin ve özelde İslam’ın bu konulara
çok ibtidai yaklaştığı; çoğu zaman rezervler koyduğu için de çağın gerisinde
kaldığı şeklinde söylemler baskındır. Açıkçası din adına konuşanlarda bu tür
içerikler yakalamak kısmen mümkündür. Fakat dinlerin temel hedefinin aynı
zamanda “insan” olduğundan hareketle, yeni gelişmelerle ilgili sorular
üretmeleri aslında insan için “hayat”ın çıpalarına dikkat çekmesi bağlamında
önem taşımaktadır.
Premodern dönemde insan kainatta ayrıcalıklı
bir yere sahipti. Meselâ; İslam düşüncesinde insan Tanrı’dan bir nefha
taşımaktadır. Dolayısıyla varlık dünyasında insan diğer eşya ve varlıklar
arasında pozitif olarak ayrışmaktadır. Yine İslam açısından insan Tanrı
karşısında ciddi bir muhataptır ve yükümlülükleriyle dünyada bulunmaktadır;
zira “emanet”i yüklenmiştir. Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i
âlemsin sen/Merdum-u dide-i ekvan olan ademsin sen” ifadesinin de anlattığı
üzere insan kainatın gözbebeğidir. İnsanın bu konumu Tanrı merkezli bir evren
düşüncesinin içinden tanımlanmaktadır.
Modern zamanlara gelindiğinde bir dizi değişim
kendisini gösterdi. Bunun bir ayağı paradoksal olarak insanın
önemsizleşmesidir. Paradoksal diyoruz; zira modernlikle birlikte insan merkezli
bir evren anlayışına geçilmiştir. Fakat bu süreçte insan ilahi nefha ile
bağlantısı koparak tamamen dünyevi bir varlık haline gelmiş, anlamını yitirmiş,
“emanet”i katbetmiştir ki, yükümlülük üstlenmek istese bile bunu besleyecek
metafizik damarları da tıkanmıştır. Dolayısıyla “for what” sorusu bütün
ciddiyetiyle ortada cevaplanmayı beklemektedir.
Bu değişimde ikinci nokta da, makinalaşma
sürecidir. Descartes’ın “makinalar düşünebilir mi?” sorusuyla önü açılan bir
süreç vardır. Bu sürecin bugün geldiği noktada bir yandan makinalardan bir
insan yaratma teşebbüsü (ki yapay zekadan robot teknolojilerine kadar,
bilgisayarlar, dijital ve sanal dünya vb.), diğer yandan transhümanizm
üzerinden insanı “daha iyi etme” ve ölümsüzlük hedefleri dillendirilmektedir.
Robotlar ve insanın geleceğinin nasıl
olacağına dair tahminler varsa da, bizi nelerin beklediğini henüz tam olarak
bilmiyoruz. Fakat tüm bunların insanı daha fazla nesneleştirdiği gözlerden
kaçmamaktadır. Nitekim her bakımdan daha sıkı kontrol altına alınmış,
kuşatılmış insanların yaşadığı bir dünyaya doğru gitmekteyiz.
Kur’an, “insana fücur ve takvasının verildiği”nden bahsetmekte; onun takvasının beslenmesini talep etmektedir. Dikkat edilirse, artık edebiyattan gündelik hayata kadar “ütopya”lar kaybolmuş ve yerlerini “distopya”lara bırakmıştır. İnsanın biyolojik varlığı giderek bir tehdit altına girerken, burada sorulması gereken soru; insanın ürettiklerinin niçin giderek “fücur”u takviye ettiğidir?