Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.78
Gram Altın
2972.26
BIST 100
9732.02
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

​Robotun "fücur" ve "takva"sı yoktur

İnsan denilen varlık şu yeryüzünde diğer canlılardan elbette birtakım nitelikleriyle ayrılmaktadır. En azından bu zamana kadar varlık dünyasında insan ayrıcalıklı konumunu koruyagelmiştir.

Fakat özellikle içinde yaşadığımız zaman diliminde teknolojik gelişmelerin giderek hızlanması ve hatta katlanarak yol alması, bakışların yeniden insana çevrilmesini sonuçladığı gibi hızlı değişimlerin geleceğe doğru yarattığı belirsizlik insana dair kaygıları da artırmaktadır. Nitekim transhümanizm kavramı çerçevesinde yapay zeka, robot teknolojisi, insanın temel işlevlerinin makinalara aktarılma teşebbüslerinin en fazla insanın evrendeki konumu ve işlevini etkileyeceğini anlamak zor değildir.

Burada tüm bu gelişmeler üzerine “din”sel konuşmaların içerikleri ve onlara yönelik eleştirilerin mahiyetine dair bazı saptamaları ifade etmek gerekir. Birincisi, bu tür gelişmelere kimi dinsel söylemlerin “Allah’ın işini elinden almak” şeklinde özetleyebileceğimiz bir içerikle itirazlarda bulunduğu görülebilir. Doğrusu bu yaklaşımın oldukça yersiz olduğunu kanaatimizce bunun Tanrı adına kaygılanmak gibi tuhaf bir yaklaşımı içerdiğini söyleyebiliriz.

Öte yandan dinin ve özelde İslam’ın bu konulara çok ibtidai yaklaştığı; çoğu zaman rezervler koyduğu için de çağın gerisinde kaldığı şeklinde söylemler baskındır. Açıkçası din adına konuşanlarda bu tür içerikler yakalamak kısmen mümkündür. Fakat dinlerin temel hedefinin aynı zamanda “insan” olduğundan hareketle, yeni gelişmelerle ilgili sorular üretmeleri aslında insan için “hayat”ın çıpalarına dikkat çekmesi bağlamında önem taşımaktadır.

Premodern dönemde insan kainatta ayrıcalıklı bir yere sahipti. Meselâ; İslam düşüncesinde insan Tanrı’dan bir nefha taşımaktadır. Dolayısıyla varlık dünyasında insan diğer eşya ve varlıklar arasında pozitif olarak ayrışmaktadır. Yine İslam açısından insan Tanrı karşısında ciddi bir muhataptır ve yükümlülükleriyle dünyada bulunmaktadır; zira “emanet”i yüklenmiştir. Şeyh Galib’in “Hoşça bak zatına kim zübde-i âlemsin sen/Merdum-u dide-i ekvan olan ademsin sen” ifadesinin de anlattığı üzere insan kainatın gözbebeğidir. İnsanın bu konumu Tanrı merkezli bir evren düşüncesinin içinden tanımlanmaktadır.

Modern zamanlara gelindiğinde bir dizi değişim kendisini gösterdi. Bunun bir ayağı paradoksal olarak insanın önemsizleşmesidir. Paradoksal diyoruz; zira modernlikle birlikte insan merkezli bir evren anlayışına geçilmiştir. Fakat bu süreçte insan ilahi nefha ile bağlantısı koparak tamamen dünyevi bir varlık haline gelmiş, anlamını yitirmiş, “emanet”i katbetmiştir ki, yükümlülük üstlenmek istese bile bunu besleyecek metafizik damarları da tıkanmıştır. Dolayısıyla “for what” sorusu bütün ciddiyetiyle ortada cevaplanmayı beklemektedir.

Bu değişimde ikinci nokta da, makinalaşma sürecidir. Descartes’ın “makinalar düşünebilir mi?” sorusuyla önü açılan bir süreç vardır. Bu sürecin bugün geldiği noktada bir yandan makinalardan bir insan yaratma teşebbüsü (ki yapay zekadan robot teknolojilerine kadar, bilgisayarlar, dijital ve sanal dünya vb.), diğer yandan transhümanizm üzerinden insanı “daha iyi etme” ve ölümsüzlük hedefleri dillendirilmektedir.

Robotlar ve insanın geleceğinin nasıl olacağına dair tahminler varsa da, bizi nelerin beklediğini henüz tam olarak bilmiyoruz. Fakat tüm bunların insanı daha fazla nesneleştirdiği gözlerden kaçmamaktadır. Nitekim her bakımdan daha sıkı kontrol altına alınmış, kuşatılmış insanların yaşadığı bir dünyaya doğru gitmekteyiz.

Kur’an, “insana fücur ve takvasının verildiği”nden bahsetmekte; onun takvasının beslenmesini talep etmektedir. Dikkat edilirse, artık edebiyattan gündelik hayata kadar “ütopya”lar kaybolmuş ve yerlerini “distopya”lara bırakmıştır. İnsanın biyolojik varlığı giderek bir tehdit altına girerken, burada sorulması gereken soru; insanın ürettiklerinin niçin giderek “fücur”u takviye ettiğidir?