Ramazan'ın Son, Bizim İlk Günümüz!
Merhum Sezai Karakoç’un Kalbi’ndeki Ramazan:
“Oruç ayında gündüz
daha gündüz, gece daha gece değil midir?
Güneş daha güneş, su
daha su, toprak daha toprak, ay daha ay, yıldız daha yıldız, zaman daha zaman,
mekân daha mekân, vücut daha vücut değil midir? Ve nihayet ruh, daha ruh değil
midir?”
*
İşte geldik son güne…
Geriye dönüp bir bakalım:
Bu Ramazan, güneşe,
suya, toprağa, aya, yıldıza, zamana, mekâna, vücuda, ruha bakışımızı nasıl
etkiledi?
Kalbimiz bu Ramazan’dan ne kadar etkilendi?
*
Ben, epeyce kayıptayım dostlar!
Ah şu politika!
En “istikrarlı”
denilen dönemlerde bile yılda bir, en
iyi ihtimalle bir buçuk yılda bir sandık başına gidiyoruz!
Her Ramazan bir şekilde “politika”nın gölgesinde kalmış
oluyor haliyle.
Bu sene büsbütün öyle oldu vaziyet.
Güzelim Ramazan, “tarihin
en önemli seçimi”ne dair konuşmalarla, atışmalarla, çatışmalarla geçti…
Aday adaylığı sürecinde, her seçim genel seçim öncesinde
olduğu gibi “gıybetler, iftiralar”
havalarda uçuştu.
Politika bu:
Her türlü karalama kampanyasının, her türlü algı operasyonun,
iftiranın “caiz” olduğu bir “inanç” modeli!
Amaca “hizmet”
eden her yol “meşru”,
Neyin yanlış olduğu hiç de mühim değil.
Yeter ki amaca “hizmet”
etsin!”
*
Biz bu Ramazan’ı, böyle bir atmosferde geçirdik.
Tarihteki en büyük depremlerden biri, memleketimizin kolunu
kanadını kırmış, yüreğini paramparça etmiş…
Kadim medeniyetimizin incileri, güzelim şehirlerimiz adeta “yok”
olmuş…
Ailesini, evini, barkını, varını yoğunu kaybetmiş milyonlarca
insanımız var.
Deprem Bölgesi’nden kopup bizim buralara sığınmak mecburiyetinde
kalan insanlarımızın bize bakan gözleri, ne kadar acı çektiklerini;
kaybettikleri, ayrıldıkları yakınlarını ne kadar özlediklerini anlatıyor…
Birçokları, kendilerine hayırseverler tarafından tahsis
edilen mekânlarda ne kadar kalabileceklerini, süreleri bittiğinde nerede
oturabileceklerini düşünüyorlar kara kara…
Bizim de depremzede hısımlarımız var, güzel insanlar…
“Bundan sonrasına” dair dertleşiyoruz…
Memleketlerine dönmek mi, dönmemek mi?
Dönseler çarkı nasıl çevirecekler, dönmeseler buralarda “yeni bir hayat kurmak” kolay mı?
*
Başımızda çok büyük bir imtihan var ve acının, yıkımın
ortasında seçim konuşuyoruz…
Ah öyle bir Türkiye olsaydı da…
Parti genel başkanları bir araya gelebilseydi…
“Şimdi seçimi meçimi
düşünecek halde değiliz… Hep birlikte yaralarımızı saralım. Cumhurbaşkanlığı,
milletvekilliği, belediye başkanlığı seçimlerini birleştirip, mesela bir yıl
sonra yapalım!” mutabakatına varabilseydi…
Olmayacak şey!
Bu Ramazan’ı böyle bir atmosferde geçirmek varmış…
Büyük acıların ikinci, üçüncü plâna düştüğü…
İddiaların, iftiraların, karalama kampanyalarının havalarda
uçuştuğu…
Bir seçim süreci daha.
Uzun yıllar boyunca “siyaseti
takip ediyor” olmamızdan dolayı, misafir olduğumuz ekranlardan hep seçim
yorumları yapıyoruz…
“İttifaklar, listeler” hakkındaki değerlendirmelerimiz
soruluyor, seçimi hangi tarafın kazanacağını tahmin etmemiz isteniyor…
Okuyucularımızın, takipçilerimizin beklentileri de bu yönde.
Mesaj göndererek, arayarak, hatta gecenin ikisinde üçünde
arayarak “günlük seçim değerlendirmesi”
talep edenler var!
Dönüş yapmadıklarımız gönül koyuyor bize, her arayana, her
mesaj atana mutlaka cevap vermeliymişiz…
Başkası yakışmazmış bize…
“Güzel kardeşim, biraz da kalbimi dinlemek istiyorum. Güneşe, suya, toprağa, aya, yıldıza, zamana,
mekâna, vücuda, ruha bir başka bakmak istiyorum bu güzelim Ramazan boyunca…”
Yok, senin buna hakkın yok!
*
“Evi yanarken”, uzaklarda neler olup bittiğini
anlamaya çalışan bir “şaşkın” gibi
miyiz acaba?
Kalplerimiz tedaviye muhtaç.
Ne namazlarımızdan haz alabiliyoruz, ne de yaptığımız
işlerden.
*
Vakit israfı felâket!
Memleket evlâtlarının büyük bir kısmı günde dört saatlerini
sosyal medyada geçiriyormuş…
Yani, günün altıda birini.
Atmış senede 10 sene yapar bu!
Sosyal medya ile arası çok iyi olmayanların büyük bölümünde
de televizyon hastalığı var.
Özellikle de sabahları kadın programları, akşamları saçma
sapan diziler…
Onların da televizyon mesaileri günde 4 saatin altına
düşmüyor, aynı hesap, atmış senede 10 sene.
Maçları yakından takip etmek gibi büyük dertleri olanlar da
var, hem de ne kadar da çok!
Der ki Âşık:
“Gördüm iki kişi mezar
eşiyor,
Gam, gasavet gelmiş
boydan aşıyor,
Çok yaşayan yüze kadar
yaşıyor,
Gel de bu rüyayı yor
deli gönül.
Mevlâm kanat vermiş
uçamıyorsun,
Bu nefsin elinden
kaçamıyorsun,
Ruhsatî dünyadan geçemiyorsun,
Toprak başına var deli
gönül.”
*
Öyle değil
mi?
Böyle bu
dünya, çok yaşayan yüze kadar yaşıyor…
O kadar
yaşayan da…
Devir yeni devir,
son demlerini “huzurevleri”nde
geçiriyor!
*
Bugün,
Ramazan’ın son gününde olmanın burukluğuyla dertleştik sizlerle.
Eminim ki, “Ne yani, Ramazan diye dünyadan el etek mi
çekecektik?” tepkisi gelmez sizlerden.
Geçen gün
dedik ya;
İnancımızın dünyaya sırt
dönmemizi istemediğini biliriz elbette.
Aksine…
Çalışmayı, helâlinden kazanmamızı teşvik ettiğini…
Ticareti teşvik ettiğini…
Allah rızası için İlimle, bilimle uğraşanlara cennet
yollarını açtığını..
Maksadım, nefsime “Dünya işleriyle uğraşırken
sakın ha ahretini unutma” derken,
sizi şâhit tutmak.
Olur da dalarsam dünyaya, ahireti unuturcasına…
İkaz edersiniz beni…
*
Bugün Ramazan’ın son günü…
Bundan sonraki hayatımızın da ilk günü.
Bilemeyiz, belki hem ilk hem de son günü!
Rabbim ömür verirse…
“Her
dem yeni doğarız” şuuruyla bir güzel başlangıç yapsak?
Yapsak da nasıl yapsak?
*
Müsaadenizle kalbime danışayım.