Ramazan'da Tarihimize Uzanmak
Ramazan ayında tarihimizi anlatan eserleri okumak gerek. Bugünlerde okunması için birkaç kitap seçtim. Böylece maziye güzel bir yolculuk yapmış oluruz.
Her kitabın bir kaderi vardır. Her insanın olduğu gibi, âmenna. Aziz hocam Prof. Dr. Osman Fikri Sertkaya’nın Bir Türk Âilesi Rif’at Paşa Sülâlesi isimli eserini okuyunca, bu kanaatim daha da pekişti. Bilge Kültür Sanat Yayıncılığın kültür hayatımıza kazandırdığı eserde yakın tarihimizde önemli hizmetlerde bulunmuş kıymetli bir Osmanlı Paşasını yakından tanıyoruz. Önce eserin yazılış macerasına göz atalım. “Kitabın Hikâyesi”nde anlatılıyor:
“Eşim Ayşegül ile sohbetlerimizde üzerinde durduğumuz konular arasında soyadlarımızın kökeni de yer alıyordu. ‘Nişancı soyadı nereden geliyor?’ sorusu ile ilgili olarak Ayşegül şu açıklamayı yapmıştı. ‘Babam Rifat Nişancı’dan duyduğum kadarı ile bizim sülâlemiz geçmişte Nişancı Paşa sülâlesi diye anılırmış. Ailemizin kökeni ise Fatih Sultan Mehmed Han devrine kadar uzanan bir Türk âilesi imiş. Sen Türk Tıp Tarihi Kurumu üyesisin. Babamın büyük babası Askerî Tabib Prof. Dr. Mehmed Rif’at Hüsâmeddin Paşa ile ilgili arşiv kayıtlarını değerlendirebilirsen kökümüze doğru inmeyi başarabilirsin.’ Ben eşimin bu sözleri üzerine Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilim Dalı’nın Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver tarafından kurulan arşivindeki ve İstanbul Tıp Fakültesi Türk Tıp Tarihi Araştırmaları Merkezi’nin Prof. Dr. Bedii Şehsuvaroğlu tarafından kurulan arşivindeki belgeleri inceledim ve ‘Askerî Tabib Prof. Dr. Mehmed Rif’ad Hüsâmeddin Paşa konulu bir monografi hazırladım.”
Paris’te Bir Türk Hekimi
Ve kader ağlarını örüyor. 1863’te doğan ve 1 Şubat 1922 tarihinde vefat edip Sahrayı Cedid Mezarlığı’nda toprağa verilen Osmanlı hekimi Rif’ad Hüsâmeddin Paşa hakkındaki eser yazılıyor. Tabii ciddi tetkikler ve ince araştırmalar uzun yıllar sürüyor. Tam 28 sene emek veriliyor. Ama azmin elinden bir şey kurtulmaz tabii. Hocamızın bu çabası sonucunda Osmanlı Devletimizin 1890 yılında Fransa’ya gönderip özellikle kuduz ve çiçek aşıları üzerine uzman olan iki doktorumuzdan birinin hikâyesi, ayrıntılı biçimde kaleme alınıyor. Tam da bir yılı aşkın zamandan beri bütün dünya ile birlikte boğuştuğumuz Covid-19 virüsüne karşı doktorlarımızın aşı hazırladığı, belki de ilaç için de uğraştığı bu günlerde, eserin önemi bir kez daha ortaya çıkıyor.
Pasteur’dan Kuduz Aşısı İcazetnamesi
İlmî bir eserin son derece sade bir üslûp ile hazırlanması genç okuyucular için büyük bir şans. Herkesin rahatlıkla anlayabileceği eserin giriş bölümünde hekim paşamızın biyografisinin ilk faslı şöyle açıklanıyor: “Baba tarafından Fatih Sultan Mehmed Han’ın son sadrazâmı olan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin torunlarından Nişancı Mehmed Paşa’dan gelen, Sultan Aziz ile Avrupa’ya giden Şûrâ-yı Devlet muavinlerinden hariciye memuru Hüsâmeddin Bey ile anne tarafından Karamustafa Paşalı Ebezâdelerden Fatma Hanım’ın oğlu olan Mehmed Rif’at Hüsâmeddin, Selâhaddin ve Refet’in arasındaki ikinci çocuk olarak ailenin Kadıköy Osmanağa mahallesindeki konağında doğdu.”
Mart 1890-Ekim 1892 tarihleri arasında bakteriyoloji ihtisası için Hükûmet-i Seniyye tarafından, yani İkinci Abdülhamid Han tarafından Paris’e gönderilen hekimimiz, Paris’te Fransızca ve İngilizcesini iyice ilerletiyor ve ihtisasını Val-de Grâce Askerî Tıp Okulu hastanesinde Dr. Hasan Zühtü Nazif ile birlikte iki yılda tamamlıyor. İlerleyen sayfalarda kahramanımızın Eylül-Ekim 1892’de de, iki ay, Louis Pasteeur’ün Enstitüsü’ndeki kurslara katıldığını öğreniyoruz. Burada kuduz hastalığı konusunda bilgi sahibi olarak Louis Pasteur’dan 17 Ekim 1892 tarihli icâzetnâmeyi alarak yılın sonuna doğru ülkesine dönüyor. Louis Pasteur tarafından kendisine verilen diplomada şunlar yazılıdır: “Osmanlı ordusunda hekim olan Dr. Rif’at’ın Pastör Enstitüsü’nde kuduzla mücadele servisinde iki ay boyunca uygulamalı çalışmalara devam ettiğini, kendisinin bu işlere devam etmeye muktedir olduğunu ve kuduz aşılarını yapmak üzere ilikleri hazırlamaya ehliyetli olduğunu tasdik ederim.”
Mehmed Âkif’in Hocası
İhtisasını tamamlayan Dr. Mehmed Rif’at, İstanbul’a döndükten sonra tıbbî çalışmalarına başlıyor. Bu arada Paşanın Baytar Mektebi’ndeki öğrencileri arasında aşina bir simayı görüyoruz: İstiklal Marşı şairimiz Mehmed Âkif Ersoy. Âkif hatıralarında, “Bizim hocalarımızdan biri Doktor Rif’ad Hüsâmeddin Bey’di, şimdi Paşadır. Baytar Mektebi’nde hocalığa başladığı zaman bize Pastör’ü anlatmıştı.” diyerek hocası Rif’at Paşa’dan sitayişle bahseder.
En heyecanlı satırlar iki hekimimizin hastalar üzerinde uygulama yaptıktan sonra ‘kolera’ mikrobunu teşhis edip bunu açıklamaları ve tıp ilmimize mühim hizmetlerde bulunmalarıdır. Eser fotoğraflar, belgeler, mektuplar, dipnotları ve kaynaklarla dikkat çekiyor. Mesela Paşanın üniversitede uzun seneler hizmet verdikten sonra hayatını serbest tabib olarak devam ettirdiğini öğreniyoruz. Muayenehanesi Sirkeci’deki Beşir Kemal Eczanesi’nin üst katında imiş. Göztepe’deki konağının bir odasını da muayenehane olarak kullanmış doktorumuz. Devrin birçok paşası gibi edebiyata yakın olan Dr. Rif’at, odasının duvarına el yazısı ile seçme beyitler yazıp asmış. Bu levhalardan biri muhteşem padişah Kanuni Sultan Süleyman’ın Muhibbi mahlasıyla yazdığı ve asırlardır dillerden düşmeyen şu beytidir: “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi / Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi.”
Verilen bir bilgi, Paşamızın gönül dünyasının zenginliğine işaret ediyor. Hekimimiz, haftanın salı günleri konağında devamlı olarak fakirleri bedava muayene eder, onlardan asla para almazmış. Üstelik hastaların ilaçlarını da kendisi temin eder, dualarını alırmış. Örnek bir tabib. 57 yaşında vefat edince herkes tarafından rahmet ve hürmetle yâd edilmiş. Eserde mektupları geniş yer alıyor. Bir de neslinden gelenlerin, çocuklarının, torunlarının geniş biyografileri. Bunlardan biri de aziz hocamızın kıymetli eşi Prof. Dr. Ayşe Gül Nişancı-Sertkaya’dır. Zaten eserin vücut bulmasına vesile olan da kendisi. Keşke bir senaristimiz eserin senaryosunu yazsa, bir yönetmenimiz de filme çekse. İnanıyorum ki sürükleyici, heyecanlı ve tarihe ışık tutan bir film ortaya çıkar.
Söylenemeyen Tarih
Yazar Hasan Basri Bilgin, uzak ve yakın tarihimizle ilgili seçkin eserlere imza atmaya devam ediyor. Mihrabad Yayınları’ndan çıkan Söylenemeyen Tarih bir solukta okunuyor. “Tarih taraf tutmaz! Tutarsanız; dağları çukur, çukurları dağ sanıp çıktığınız yalan zirvede veya kendi kazdığınız çukurda havasız kalır, belleğinizi ve hem de benliğinizi kaybedersiniz!” diyen Bilgin, okurlarına “Çanakkale Dersi” veriyor, sonra “Abdülhamid Gerçeği”ne parmak basıyor. “Sultan Fatih’in Bilinmeyenleri”ni araştırıyor. “Edep, günahtan korkup ölümden korkmamaktır.” diyen Osman Gazi’nin “tarihe düşen bir yıldız” olduğunu ispatlıyor. Cesur bir kalemdir Bilgin. 1944 yılında, ilk planda ABD’nin on milyon dolarlık bağışıyla kurulan, Kültür ve Milli Eğitim Anlaşması’na dikkat çekiyor. “Türk Milleti’ni tarih sahnesinden silecek olan yıkım programının Amerikan emperyalizminin öncülüğünde resmen uygulamaya konuluşunu” anlatıyor. Bu anlaşmada “Türk Milleti’nin kültür, din, tarih algısını ve genlerindeki asalet duygusunu çökertecek her şey”in olduğunu işaret ediyor. Osmanlı padişahlarına Batılıların kurduğu tuzaklardan bahsediyor. “Sultan Abdülaziz”e yapılan darbe ihanetinin altını çiziyor. Aynı kirli tezgâhın İkinci Abdülhamid Han’a da kurulduğunu hatırlatıyor. Sultana karşı olan aydınların daha sonra döktükleri pişmanlık gözyaşlarını unutmayan yazarımız, Rıza Tevfik’in “Nerdesin Şevketli Sultan Hamid Han?” diye başlayan meşhur şiirini de kitabına alıyor. Geçen sene Cumhurbaşkanımız Recep Tayyip Erdoğan tarafından ibadete açılan Ayasofya Camii’nin hikâyesini de aktarıyor Bilgin. Tarih boyunca Müslümanların yaşadıkları ayrılıkları ve acıları, Yavuz Sultan Selim’in mısralarıyla bize yeniden hatırlatıyor. İşte herkesin ezberleyip gereğini yerine getirmesi gereken Selimî’nin muazzam kıtası: “İhtilâf-ü tefrika endişesi,/Kûşe-i kabrimde hattâ bî karar eyler beni./İttihadken savlet-i â’dayı def’e çaremiz,/İttihat etmezse millet, dağidar eyler beni.”
Hasan Basri Bilgin, Söylenemeyen Tarih’te birçok gerçeği cesaretle ve pervasızca söylüyor, üstü örtülmek istenen tarihimizi adamakıllı aydınlatıyor.
Tarihimizle Barışmaya Başladık
TRT1’de cuma akşamları gösterilen “Payitaht Abdülhamid” dizisini seyrediyor musunuz? Düzenli biçimde seyrettiğim bu diziyi herkese tavsiye ediyorum. Türkiye’de son yıllarda başarılan en büyük iş, bence tarihimizle barışmamızdır. Tarihî şahsiyetleri anlamaya ve onları sevmeye başladık. Necip Fazıl’ın “Ulu Hakan”, Nihal Atsız’ın “Gök Sultan” dediği büyük hakanımız İkinci Abdülhamid aleyhinde konuşanlar artık alay konusu. Zira gerçeklerden uzak, peşin hükümlü sözler sarf ediyorlar. Emin Oktay’ın masalsı tarih kitabında kaldı o boş iddialar! Selçuklu ve Osmanlı tarihini önce filmlerle sevmeye, sonra da kitaplarla anlamaya başladık. Bu çok mühim bir gelişme. Zaten şu koca dünyada kendi mazisine, tarihine, ecdadına düşman tek ülke bizdik. Şükürler olsun ki biz de o korkunç hastalıktan, illetten, kompleksten kurtuluverdik.
Sultan Abdülhamid’in Yöneticilik Sırları
Adnan Nur Baykal’ın kaleme aldığı Sultan Abdülhamid’in Yöneticilik Sırları eseri 5. baskısına ulaştı. Hakanın padişahlıktan önceki devrini ve sonraki dönemini yetkin bir şekilde ele alan yazar, İkinci Abdülhamid’in “yöneticilik sırları”nı anlatırken meziyetlerini ve hatalarını birlikte irdeliyor. Sarayın yönetim gelenekleri üzerinde duruyor. Geniş bir kronolojinin yer aldığı eserde çalkantılı devri mühim ayrıntılarla görüyor, kavrıyoruz. Padişahın beşerî yönü aydınlatılırken idareciliğindeki dehayı ve düşmanlarına bile gösterdiği büyük şefkati hissedebiliyoruz. Eseri tarih sever dostlara tavsiye ediyorum. Bir başka tarih kitabı Jonathan Harrıs’ın Bizans’ın Sonu. Eseri Tevabil Alkaç Türkçeye tercüme etmiş. Bir zamanların kudretli Bizans İmparatorluğu’nun çöküş sebepleri üzerinde durulan eserin bazı başlıkları şöyle: “Konstantinopolis’ten Sonbahar”, “Gölge İmparatorluk”, “Siyasi Oyunlar”, “Felaketin Eşiğinde”, “Düşmanın Damarına Basmak”, “Bir Konsil ve Bir Haçlı Seferi”, “Murad’dan Mehmed’e”. Alfa Yayınları tarafından yayımlanan kitap, köhnemiş bir imparatorluğun ayakta duramayışının ilginç ve ibretli hikâyesidir.