Dolar (USD)
35.07
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2957.58
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

Ramazan

Acıkmayı özlemekten daha sefil değil midir tokluğu özlemek?.. En son ne zaman acıktığınızı söyleyin, size kim olduğunuzu söyleyeyim der hayat. Acıkmak, bir boşluğu olmaktır. Yürümek için bir yolu bulunmaktır eksikliğini hissetmek… Bir istikamet ihtiyacıdır boşluk, insana kendini hatırlatan... Gidilecek yolu olmayan bir insandan daha zavallısı var mıdır? Nereye gideceğini bilmeyen bir şaşkından daha sefalet içinde olanı?..

Bazen, unuturuz bütün o keşmekeş içinde ne olduğumuzu, neye geldiğimizi, nereye geldiğimizi, ne yapmakta olduğumuzu… Hayatın sayısız kolları arasında sıkışıp kalır, nefes alamayız. Nefes almamaya da alıştırır fakat o bizi. Ölmeden önce ölmüşüz de haberimiz yoktur. Bir beden taşıyoruzdur gerçi ama ruhumuz çoktan bitmiştir de haberimiz olmamıştır. İşte tam da o zaman gelir ramazan. Gelir ve dikilir karşımıza on bir ayın hatırlatıcısı olarak. Ne vakittir unuttuğumuz bir arkadaş, varlığından uzak düştüğümüz bir dost, bakmayıp yanından geçtiğimiz bir boy aynasıdır bize.

Beden zayıflığı kul olmayı hatırlatır bize. Eksiklerimiz, eksik bırakılan yere doğruca bakıldığında giderilebilir ancak. Ramazan bir eksik hatırlatmadır, bir zayıflık asaletidir. Beden zayıflığının ruh zayıflığına yaptığı zarif bir gönderme…

Kul olduğunu unutur bazen insan. Şan, şöhret, mevki, makam, mülkiyet alır götürür ondaki asaleti… Kendini bir şey sanmaya başlar insan. İşte tam o zaman yetişir imdada ramazan. Dur, der, dur bakalım, ne yapıyorsun sen?.. Hatırla bakalım, yoktun bir zamanlar ve şimdi varsın. Düşün bakalım, yok olacaksın bir zamanlar ve başka bir dünya var…

Ne güzel bir hatırlatıcıdır o. Yeniden bakmayı öğretir insanı kendine. Yeniden düşünmeyi, geçmişi, şimdiyi, geleceği… Daha bir lezzetli olmaz mı iftar vakti sofraya gelen ekmek, daha bir incelmez mi ruh, tam da o açlığın üzerine uzandığı zeytini ya da hurmayı dudaklarına götürdüğünde? Tam da an insan yeniden doğmuşçasına taze, hafif, hoş… Tam da o an keyifli değil midir bütün zamanlardan ziyadesiyle, etrafını sayısız melek çevirmişçesine?.. Ruhun kahvaltısıdır iftar. Bütün bir gece acıkmış beden nasıl sabah kahvaltısıyla kendine gelir, dünyayı önüne henüz açılmış berrak bir sofra gibi tahayyül ederse, akşam ezanıyla başlayan iftar da aynı huşuyla gelir, dolaşır ruhun damarlarında ona sayısız tazelik vererek. Gerçekten de gözenekleri kapanan ruh, ramazanı görür görmez ansızın açıyor kapaklarını ve dünya daha güzel. En umutsuz anlarımızda bile ramazan yetişerek imdadımıza, bütün o karamsarlığın üzerine bir ışık ekliyor elleriyle. Bizi yeniden diriltiyor sahuru bir sebep, iftarı bir sonuç olarak sunarak… Yalanla, riyayla, hırsla çürüttüğümüz yerleri onarıyor böylece… Ramazanı içine almak, kanı temizlenmektir bir bakıma. Ne vakittir tıkanmış kanallarını açmak ruhumuzun. Ne vakittir görünmez olanı görünür kılmak, ne vakittir bir köşeye attığımız, atıp unuttuğumuz güzelliklerimizden birini hatırlamak, eğilip almak onu sonra, bağrımıza basmak…

Sadece insana özgüdür oruç tutmak. Çünkü sadece insandır yapabileceği halde yapmamanın üstesinden gelen, çünkü sadece insana özgüdür seçme yeteneği… Böyle söyler Ali Şeriati: “İnsan doğada ve doğaya karşı, üzerinde egemen olan düzene karşı, hatta bedeni ve ruhi ihtiyaç ve zorunluluklarına, doğal gereksinimlerine karşı başkaldırabilen ve ne doğanın onu zorladığı ne bedeninin ve fizyolojisinin seçmesini gerektirdiği şeyi seçebilir. Bu, insan olma sürecinin en üstün aşamasıdır.” Hayvanlar için geçerli olan ‘gücünün yettiğini yapma içgüdüsü’, gücü yettiği halde yapmamaya dönüşür insanda böylece. Böylece insan, ramazanla beşer olmaktan çıkar, adım adım insan olmaya, insanlığına, insanlığının zirvesine yürür. Yapabileceğin halde yapmamak, gidebileceğin halde gitmemek, bakabileceğin halde bakmamak, duyabileceğin halde duymamak, yiyebileceğin halde yememek… Ne büyük bir seçkinliktir bu, kendine hakim olmak, duygularının boyunduruğundan çıkarak sesini kendine ulaştırmak… İç sesini dinlemek, dışarıdaki seslere kapamak ruhunu ve ne güzel bakıştır kendini kendinde seyretmek, kendini ruhunun boy aynasında görmek… Hakkıyla ve layıkıyla oruç tutmuş bir insanın ruhunu ve bedenini gün boyu kötülüklerden koruduktan sonra iftara yaklaştıkça hissettikleri tam da bu değil midir? İnsan başka hangi süreçte kendini bu kadar değerli hisseder ki? Düşünün, gün bitmiş ve siz ne kendinize ne de kendi dışınızda hiç kimseye ve hiçbir şeye zarar vermemekle kalmamış, baktığınız, dokunduğunuz her şeyde bir zarafet bulmuş, bir zarafet eklemişsiniz ona. Adı ramazan olmuş, olmamış, oruç ya da başka bir isimle, dünyanın her tarafında yılda bir kez yaşanacak bir ‘ramazan’ sürecinin genelleştiğini ve psikolojiye dönüştüğünü düşünsenize… Yeryüzünden yukarı kalkan bütün kötülük köpükleri nasıl da zayıflar, cılız bir yekinme olarak bulunduğu yere çöküp orada donar kalır… Bununla birlikte, öncesinde ve sonrasında yaşananlara bakınca, ramazanın alayişle kutlandığı İslam coğrafyasına bakıp yürekli şeyler söylemek de kolay değil. Bu, biraz da ramazanın öteki aylara ilham veren kutlu bir süreç olarak değil, öteki aylardan ayrılan küçük bir montaj olarak düşünülmesine dairdir. Yoksa ramazan şuuru öteki aylara, öteki günlere, öteki yıllara yayılsa yukarıdan aşağı inen ışık belki de dünyayı karanlıktan kurtarmanın en etkili araçlarından biri olur, kim bilir?

Hayat böyle değil işte. Başlayan bitiyor, doğan ölüyor. Uyanmak, uyumak, doymak, acıkmak, düşünmek, düşünmemek, hastalanmak, iyileşmek… Bir durumdan bir başka duruma geçiştir, bir seviyeden bir başka seviyeye çıkmak veya düşmek… On bir ay boyunca bir akışın içinde debelenip duran insan, biraz kendine gelir ramazanla, biraz çekidüzen verir bedeni ve ruhuna. Her ikisi de incelir, her ikisi de etkisinde kaldığı pastan arınır, olduğundan daha ışıklı hale gelir. Öncesinde hayatın dalgaları bir kıyıdan ötekine sürükleyip durmuş, tuzlu suyu burnundan girip ağzından çıkmış, bir suyun altına inmiş, bir üstüne çıkmıştır insan… Bir sürükleniştir günlerin ritmine uymak, kendini zamanın belirsiz akışına bırakmak… Sonra bir gün ramazan gelmiştir, gelip kapıda durmuştur, hal hatır sormuştur. O söyler sen dinlersin, o akar sen takip edersin. Ramazandır bu, alır başka bir dünyaya götürür insanı. Ramazandır bu, başka bir gezegenden buraya tam da o an, tam da iftar sofrasına denk gelse birileri, kim bilir ne güzel şeyler düşünür insan için. Bütün güzel şeyler erken bitiyor öte taraftan. O da geldi, işte gidiyor. Hoş geldi, hoş gidiyor…

Derin bir uykudan uyanmaktır ramazan. Uyanamayabilirdik o derin uykudan ama uyandık. Bir kez daha kısmet oldu ona ulaşmak, sabahı karşılamak deriz içimizden. Sabah gibidir, öteki aylar düşünülünce ramazan. Gelir gelmez, yüzümüze serin su çalınmışçasına ruhumuz açılır, bilincimiz berraklaşır, bedenimiz yenilenir. Ne olmuşsa olmuştur ama önümüzde daha ne öğleler, ne ikindiler, ne akşamlar vardır. Sabah der, ramazan, ruhun sabahı, kalksana! Kalkarız, bakarız, içine gireriz, içimize girer ramazan bir daha. Bir fırsat… Ruhun kurtuluşunun fırsatı; bedenin, ruhun, şimdinin, geçmişin ve geleceğin… İnsanın hatta, insanlığın…