Puslu zamanlarda menkıbe anlatmak
Cemil Meriç'in anlattığı bir ülkede yaşamak eğer düşünceyle başat gidiyorsa yaşamaktır. Gerisi çile ve maceradır. Hayatı anlamlandırabiliyorsak yaşamak anlamlı olur.
Hayatımız satıhda temellenmiş misallerle doludur. Mesela bir toplum hayatımızdan bahsedebilir miyiz. Toplum olarak kendimizi ne zaman iyiye, güzele ve aydınlık dolu anlayışa doğru itmeye çalıştıysak hep "Batı"nın" kalleş tuzaklarıyla karşılaşıyor. Ve bu tuzaklarla mücadele her alanda sürüyor.
Şairler de bir milletin mana savaşçıları olarak var olma mücadelesinde Hakk adına cephedeki yerlerini almışlardır. Mesela Milli Şair Mehmet Akif Ersoy gibi. Mehmet Akif ki tam da yüz yıl öncesinde koca imparatorluğun toprakları kurtlar sofrasında taksim edilirken o, şiirleriyle bu haksız mezalime karşı çıkmıştır. O günden bu güne memlekette mücadele devam ediyor. Vuruşa vuruşa geri çekildiğimizde de içimizdeki hainlere kan kusturduğumuzda da şairler dizeleriyle tarihe notlar düşürmüşlerdir. Üstad Sezai Karaoç'un tabiriyle "Nuh'un Mührü"nü kalblerinin üzerinde taşırlar onlar. Gemi su aldığında da ilkin ıslanacak mühür değil ayakların ıslanacağını bilinmesi içindir.
Şair Mehmet Baş'ın "Puslu Zaman Menkıbeleri" adlı şiir kitabını okuyunca birden bu düşüncelere kapıldım. Öyle bir okuyuşla okudum ki kitabı anlatamam. Eseri sonuna kadar pürdikkat okudum. Ve kitabın hiç bir sayfasını da atlamadan. Neden atlayayım ki? Şair Mehmet Baş kitabının her mısrasında beni ve bizi anlatmış derin tarih ve felsefe tecrübesiyle.
Puslu Zaman Menkıbeleri adlı şiir kitabı, günümüz toplumsal yapısını ve toplumsal yapımızın hal-i pür-melalinin şifrelerini elinde bulunduruyor. Kişiler ve kurumlar bize puslu bir zaman ve puslu bir mekan arz ediyor. Bazen olayları anlayamayacak duruma da geliyoruz. Batı propagandası altında hümanizma edebiyatı yapanlar; bize vatan hainlerini, münafıkları suçsuz ve zavallı çocuklar olarak yutturmaya çalışıyor. Münafıklık da zaten almış başını gidiyor. Din ile kin kavramları arasında sıkışıp kalan insanlar da hiç olmadığı yerde ve olmadığı zamanlarda duasında kendini unutanları alaşağı etme derdine düşmüşlerdir.
Bu kitapta kaybolan, durdurulan ve yok edilmeye çalışılan İslam medeniyetinin iz düşümlerini de bulmak mümkün. "Eski masallar tarumar olmuş bahçelerde/İsfahan akşamlarında gazeller/Dicle'Nin sularında Diyarbekir/Bir Babil masalında güzeller..../Babür'ün ikliminde her yer Taç Mahal/Efsunlu gölgeler arasında binlerce nazar.Semarkand hayal kadar gerçek şehir/Bir Şiraz uykusunda köpüren...Rüyalarımızın güzel şehri Bağdat/Kubbelerinde Abdülkadir Geylani'nin sedası/Bir diriliş günün hayaliyle mahzun/Şam'dan gelecek çağrıyı bekleyen...
Şair, toplumu var eden değerler ile medeniyeti var eden değerlerin madde karşında eridiğini de şu mısralarda dile getiriyor.
"Aynalar kırıldı saçıldı yüzüm yere/Aynalar kırıldı parça parça oldu ellerim/Kalbimin denizine at sürdü süvariler/Bir dağ gibi savurdum yelesine dünyanın..."
"Hüküm vakti geliyor karanlığı sağalım/Açmadan defterleri sonsuzluğun sahibi/Bir hüzün çölüne yağmur olup yağalım/Dindirsin sızımızı o tabibler tabibi."
Metafizik kaygılar ve ontolojik sancıların medeniyetimiz üzerinde adeta puslu bir alan kurduğu bir zamanda şair bu pusların ve sislerin kalkabileceği müjdesini de veriyor kitabında. Bu nedenle Müslüman olma yaşantımız, inancın mıknatısına kaçan demir parçası gibi hakikatın menziline ulaştırabilecektir.
Şairin şu dizesine uyarak kapatıyoruz şemsiyelerimizi yağmurda ıslansak da.
"Yağmur herkes için yağıyor kapat artık şemsiyeni."
Kitabın ön kapağındaki şaha kalkmış bir at figirüyle büyük Türkiye hayalini çizen şairimiz, arka kapağında alınyazısı şiiriyle şöyle bir bütünlük oluşturmaya çalışıyor. İslam dünyası ve İslam medeniyetini tekrar ayağa kaldırmak, alınyazımızdır.
...Atlarda ölmeyi istemez elbet/Yelelerinde rüzgarın sessiz soluğuyla/Bir nal izi kalır varlığın boşluğunda....