Psikolojik eşik
Modern dönemin
yükselen biliminin sosyoloji, postmodern dönemin yükselen biliminin ise
psikoloji olduğu söylenebilir. Her ne kadar sosyolojiye müracaatlar, hızlı
değişimler sebebiyle azalmamış ve hatta artmıştır. Ancak psikolojinin toplum
içinde farklı boyutlarda yaygınlığı da gözlemlenen bir husustur.
Gündelik hayatta çevrenizle konuşmalarda
sıklıkla “psikolojim bozuk” gibi ifadelerin yanında duygu patlamalarının
arttığına artık şahit olmaya başlamışsınızdır. Hatta geçmişe nazaran bilhassa
son yirmi yılda insanların psikologlara müracaatlarının arttığı, en ufak kötü
hissedişlerde psikolog arayışına girildiği ve hatta psikologların gündelik
hayatta bir “yaşam koçu” haline geldiğini görebilirsiniz. Öyle ki, dinin ve
özellikle kurumsal dinin bir referans gücü olarak etkisinin zayıfladığı oranda
psikologların eski dönemlerin “şaman”ları gibi bir din adamı hüviyetine
büründüğü de söylenebilir.
İkinci olarak,
günümüzde insanların duygusal buhranlara daha çok uğradığını düşünmekteyim.
Böyle düşünmemin gerekçesi, insanların bunu sıklıkla dile getiriyor
oluşlarıdır. Bu da açıkçası iki önemli sorunun sorulmasını gerektirmektedir.
İlki, bu taktirde geçmişteki insanların duyguları bugünün insanları kadar yoğun
değil miydi? Hatta onlar duygusallıktan yoksun muydu? Buna “evet” şeklinde
cevap vermek mümkün değildir. Çünkü insan da böylesine köklü bir değişim
olmamıştır.
Bu taktirde
ikinci sorumuzu soralım; psikolojinin yükselişi ya da duygusallığın
yoğunlaşmasını neye bağlamalıyız? Doğrusu içerisinde farklı etkenlerin rol
oynadığı bir durum burada işlemektedir. Şimdi bunlara teker teker bakalım.
Türkiye’de
olduğu gibi dünyada da giderek ağırlığını hissettiren postmodern süreç bu
etkenlerden ilkidir. Doğrusu ben pratikte modern ve postmodern süreçlerin
birlikte yürüdüğü bir durumda olduğumuzu düşünmekteyim. Bununla birlikte postmodernlik
temel nitelikleri ile toplumdaki varlığını pekiştirmeye başlamıştır.
Bilindiği üzere
postmodern süreçte somut olarak ben yükselmiştir. “Somut ben” modernlikte
yükselen “birey”den farklı olarak insanın kendisini mutlak merkeze alarak
çevresi, diğer insanlar ve giderek evreni tanımladığı bir duruma denk
gelmektedir. Öyle ki, artık klasik teolojilerde varolan Tanrı’nın merkeziliği
de kaybolarak insanın tanrı’yı bir çerçeveye oturtmaya çalıştığı duruma
ulaşılmaktadır. Böylece “somut ben” her şeyden önemli hale gelir. Onun
hissettikleri, duyguları esastır ve esasen rasyonellikten duygusallığa bir
geçişle “duygu”ların merkeziliği görünmektedir. Bu durum postmodernliğin
evrenselleştirici akıl önerisini reddetmesi, sübjektifliğe ve göreliliğe dönmesi
ile uyumludur. Hatta yeni nesilde görülen ilgisizlik ve ben merkezliliğin
üretildiği nokta da burasıdır.
Buradan
çıkarılacak iki anahtar kavram bir mikrotanrı olarak “somut ben”, “benim
hissettiklerim”dir. En azından dini literatürde insanın hisleri hayatı
yönlendiren bir merkeziliğe sahip olmadığı gibi, aklı ve olgularla denetlenmesi
gereken bir sübjektivite taşırlar. Fakat postmodern süreç herkesin sübjektivitesini
kendisi için mutlaklaştırdığından dolayı, duygular hayatı da yönetmeye
başlarlar.
İkinci önemli
etken, “duygu”ları yükselten bir habitusun önemli olduğunun sürekli olarak
ekranlardan propagandasının yapılarak teyit edilmesidir. Dolayısıyla burada
epistemolojik teyitlerle duygulara doğru merkezileşme yaşanmaktadır. İnsanların
gündelik hayatta alışveriş yapınca rahatlamaları, televizyonda duygu
patlamalarını rutinleştiren programlar, kişilerin kendi içine yönelttikleri
duygusal baskılar giderek artmaktadır. Bunlara ilaveten tüm propagandalarla
duygu eşiklerinin düşürülmesi sonucu, en ufak sorunlar karşısında çaresizlik ve
anomi yükseliyor görünmektedir.
Psikolojik eşiklerin düşürülmesi sonucu, bugünün insanının geçmiş nesillere göre “incinme” oranının artması da buna bağlı görünmektedir. Dikkat edilirse insanlar incindikçe, sevgilerini insana değil çevredeki diğer varlıklara yöneltmektedir.