Dolar (USD)
35.16
Euro (EUR)
36.59
Gram Altın
2958.42
BIST 100
9916.22
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
17 Haziran 2020

Postmodern teoloji: Antropoloji

İnsan bir yandan çağımızda önem kazanmış görünmekle birlikte, diğer yandan yaşadığı ıstıraplar sebebiyle neredeyse varlığına kastedilmiş bir görüntüyle ortaya çıkmaktadır. Özellikle Descartes ile birlikte süje merkezli varlık anlayışının gelişimi, insanı bir kerteriz noktası ve merkez olarak öne çıkarmıştır. Ancak diğer yandan varoluşsal sorunu ve anlam problemi onu oldukça yormuştur.

Peki insan hakikatin kaynağı olabilir mi? Bu soru pratik gündelik hayatımızda niçin önemlidir? Birincisi, hakikatin kaynağının insan olması durumunda, Tanrı bir referans olarak geçerliliğini yitirecektir. Bu durumda dinin yerinin neresi olduğu tekrar tartışma konusudur. Pratikte ise, insan haklarından sosyal hayatın inşasına kadar temel meşrulaştırıcı insanın bizzat kendisi olacak; insanın doğası, talepleri, nitelikleri teolojinin yerine ikame olacaktır. Buna yönelik tartışmalar, aslında yavaş yavaş gündelik hayatın içinde tebellür etmeye başlamıştır.

İnsan üzerine tarihin derinliklerinden gelen tartışmalar külliyatlı bir yer kaplamakla birlikte, özellikle modern zamanlarda insan konusundaki çalışmalar klasik dönemin paradigmasını değiştirdiği için birçok tartışmanın temelden yapılmasını gerektirmektedir. Söz gelimi; Darwin’in tezleri insanı biyolojik sınırlar içinde açıklamaya çalışırken, Freud onun derinliklerine (bilinçaltı) inerek hastalıklı durumlarını ortaya çıkardı. Yenilerde ise Habermas’ın bahsettiği insanın insanı yeniden yarattığı bir durumla karşı karşıyayız.

İnsan nedir sorusuna verilen cevaplarda, açıkçası onun bir tanrı gibi referans olabileceği noktasında uzlaşı yoktur. Zira nihayetinde fani, gelip geçici bir varlıktan bahsediyoruz. İnsanın temelde iyi olduğunu savunan kimi görüşler yanında, kötü olduğunu beyan eden Mark Twain gibi isimler de vardır. Bu iki görüş bize göre insana dair gerçekliğin iki yüzüdür. Çünkü insanı tamamen “iyi” ve “kötü” üzerinden formülleştiremeyiz. Onun “fücuru ve takvası” (91/Şems, 8) kanaatimizce iyiye ve kötüye olan tabii eğilimlerini ifade etmektedir. Buraya dayanarak “insan hakikatin kaynağıdır” yargısını geçerli kabul edemeyiz.

Batı’da özellikle modern okumalar, insanlık tarihini bir ilerleme olarak görmüşlerdir. Gerçi bugün ilerleme konusundaki tartışmalar, onun ideolojik boyutunu faş etmişlerdir ve dolayısıyla ilerlemeye dayanarak insanın her bakımdan yetkinleştiğini iddia eden yaklaşımlara da mesafeli durmak gerekiyor.

Fakat bu yetkinleşme meselesinin ilerleme fikrine de değen başka teorilerde ifadeleri vardır. Söz gelimi; Hegel tarihi insan aklının bir yetkinleşme süreci olarak okumaktadır. Yetkinleşme süreci, Tanrı’nın yeryüzüne inişi, bir zeitgeist olarak tecessümüdür aynı zamanda. Dolayısıyla insanın Tanrı yerine ikame olma sürecidir bir bakıma. Bu iç anlamları ifade etmek üzere bazı müslümanlar Tanrı’nın Hz. Muhammed’le birlikte vahyi sona erdirişini de insanın yetkinleşme süreci çerçevesinde okumaktadırlar. Yani insanın artık vahye ihtiyacı kalmayacak derecede yetkinleşmesidir ki, Tanrı da bu kanaate varmıştır.

Fakat bu yetkinleşmenin temel teorik dayanak noktası boşlukta durmaktadır ki, antropoloji işte tam da bu noktada bir teoloji olarak devreye sokulmaktadır. Bir fiziki ve kültürel varlık olarak insanı ele alan antropoloji, “insani” olanı tespit etme noktasında oldukça işlevsel ve önemli. Müslümanların bu “insanilik”lere geliştirecekleri teorilerinde yer vermeleri gerekiyor. Ancak insanın farklı konjonktürde ürettiklerinin, insanın dünya ile irtibatının nasıl olması gerektiğine dair referans yapılması açıkçası bir totoloji üretmektedir. Bu ise bir hakikat değil, olsa olsa ucu açık öneriler olabilir.