Post/Modern sorunları çözmek
Modernlik ile birlikte içerik ve form olarak ciddi kırılmalar meydana gelirken, insanlığın yaşadığı sorunlarda kimi farklılaşmalar da yaşanmıştır. Modern ve postmodern içerimler ile iç içe yaşadığımız bu zaman diliminde değişimler kadar sorunlar da hızlı bir şekilde akmakta hatta birikmektedir.
Modernlik zaten teorisi
gereği, bir belirsizlik alanı açılacağını ancak bunu çözebileceğini iddia
etmişti. Hatta Habermas modernliğin devam eden bir proje olduğunu belirtirken,
Giddens modernliğin özdüşünümsel olarak kendi kendisinin hatalarını tamir
ederek yoluna devam edeceğini ifade ederken aslında onun sorun çözme
kapasitesine vurgu yapmaktaydılar. Bu açıdan modernliğin istikrar ve düzen
fikri üzerine yoğunlaşmasının özel bir anlamı bulunmaktadır.
Postmodernlik ise istikrarsızlığı
merkeze almış görünmektedir. Bu genel geçer epistemolojik bir kapsayıcılıktan
yoksun olmasından kaynaklanmaktadır. Süjenin sınırlarına çekilen “bilme”nin,
“yorum”u gerçekliğin önüne geçirmesiyle bir istikrarsızlık durumu açılmaktadır.
Fakat paradoksal olarak güçlü olanın gerçekliği belirleyerek kendi yorumunu
hakikat olarak dayatması ile istikrarsızlık aşılmaya çalışılmaktadır.
Fakat insanlık içinde
bulunulan bu zaman diliminde çok ağır sorunlarla birlikte yaşamaktadır. Bu
sorunları iki boyutlu olarak ele almak mümkündür. Birincisi, ciddi “insan”lık
sorunudur. Burada kastettiğimiz iç huzur, parçalanmışlık, maneviyat vb.’dir ki,
aslında Van der Loo ve Van Reijen bu problemleri modernleşmenin paradokslarına
bağlamaktadır. Onlara göre, modernleşme gündelik hayatta kurumlar ve farklı
alanlarda oluşan farklılaşmanın insanın bütünlüğünü bir iç süreç olarak
parçalamıştır. İkincisi ise, savaşlardan çatışmalara, sömürgeden tüketime,
gerçekliğin çöküşünden emeğin istimlakından dünya ölçeğinde kitleselleşme ve
sürüleşmeye kadar bir dizi ağır sorunlar yaşanmaya devam etmektedir.
Modernlikten
postmodernliğe evrilirken, aslında sorunlar sona ermediği gibi buna yenileri de
eklenmiştir. Üstelik modernlik kendi mutlaklık iddiasından mülhem, kendi
rotasını takip etmeyenlere ciddi bir tahakküm ve baskı uygulamıştır. Doğrusu
20. Yüzyılda farklı formlarda bunun mebzul örneklerini izlemek mümkündür. Postmodern
dönemde ise daha rafine yönetmelerle baskı kurulmaya devam etmektedir aslında.
Fakat kesin olan bir şey varsa, insanın kendi ontolojisine hasar verilmektedir.
Bu şartlar içinde İslam
düşüncesinin bir geleceği olacaksa, iddiasını devam ettirmek zorundadır.
İddiasını devam ettirmek için de ilmi anlamda ciddi bir altyapı çalışması
gerekmektedir. Fakat bu noktada İslam düşüncesini ortaya koyacak aktörlerin bu
bağlamda iki önemli handikapla malül olduğu gözlemlenmektedir. Birincisi, yüksek
düzeyde bir popülizm ve hamasete boğulmuş görünmektedirler. İslam düşüncesinin
nasıl bir konumda olduğunu hiç düşünmeden, kimi zaman gerçekliği saptırma
pahasına popülizmle birlikte kendi metafiziğinin altında kalmak üzeredirler.
İkincisi, “biz
post/modernliğin ortaya çıkardığı sorunlarla ilgilenmiyoruz; bunlar onların
sorunları” şeklindeki söylemle hem içinde yaşadıkları dünya ve gerçeklere hem
de halletmeleri gereken sorunlara mesafeli durmaları. Yani bu “herkes sorununu
kendisi halletsin” türünden bir kendi içine kapanmışlık halidir ki, insanlığı
sorunlarıyla ve kaderiyle başbaşa bırakmayı hedeflemiş bir İslam düşüncesinin
asla bir iddiası olamaz.
Tam da bu sebeple İslam
düşüncesinin geçmişi sürekli tekrar etmek ve tarihin içinde konforlu yaşamak
yerine insanlığın ağır sorunlarıyla yüzleşmek zorundadır. Daha ileride ise bu
sorunları aşabilecek teori ve pratikleri geliştirmesi İslam düşüncesini
bekleyen öncelikli görevdir. Şikayet, hamaset, popülizm hiçbir sorunu
halletmez; ciddi altyapısal çalışmalar bir görev olarak beklemektedir.