Postmodern kölelik
Postmodernliğe dair tartışma konularından birisi de, onun yeni bir süreç mi yoksa modernliğin bir devamı mı olduğu şeklindedir. Bu konudaki iki görüşten birisi, postmodernliğin yeni süreç ve anlayış olduğu yolundadır. Diğeri ise, modernliğin bir şekilde kendisini yenileyerek devam etmesi şeklinde görülmesidir.
Ben Postmodernliğin, aslında modernliğin yara alan unsurlarını sararak, onu devam ettiren bir süreç olarak görüyorum. Bu yaklaşımım postmodernliğin modernliğe göre daha ileri bir aşamayı temsil ettiği şeklinde okunmamalıdır. Her şeyden önce, modern ve postmodern düşünce arasında ve geçişliliklerde süreklilik ve kopuş noktaları mevcuttur. Söz gelimi; postmodernlik Aydınlanma düşüncesine eleştiri getirirken, hakikat fikrine itiraz ederken modernlikle arasında bir kırılma oluşmaktadır.
Ancak modernlikle postmodernlik arasındaki sürekliliği sağlayan temel nokta, her ikisinin de aynı paradigmanın içinden beslenmeye devam etmesidir. Zira her ikisi de, insan merkezli bir evren ve dünya görüşünün içinden konuşmaktadırlar. Modernlik, hakikatin kaynağını değiştirirken insanı referans almakta ve Tanrı'nın merkezi konumunu yadsımaktadır. Postmodernlik ise, hakikati parçalarken her insanı ayrı ayrı tanrılaştırmaktadır.
Modernlik, bütün akılları aynı sayarken, pratikte Batı aklını merkeze almakta; bunun pratik sonucu ise bütün dünyanın batılılaşması, batı gibi yaşaması şeklindeki bir hegemonyaya dönüşmektedir. İnsanlık son yüzyılda faşist iktidarlardan, iktidarın hegemonyacı doğasından ve evrensel ölçekli sömürüden ciddi amnlamda şikayet ederken, yine Batı patentli bir düşünce ve yaşam biçimi olarak postmodernlik devreye girdi. Bundan sonra dayatmacılık, totalitelik ve hegemonyaya son vereceğini iddia ederek özgürlük vaadlerinde bulundu.
Postmodernlik, birebir insan öznelliğini yücelttiği için, her birey tek başına kendisini dünyanın merkezine oturtuyor, taleplerini mutlaklaştırıyor ve bunun neticesi olarak kendisinin özgürleştiği duygusuna kapılıyor. Ama gerçekte taleplerinin kaynağı ve meşruiyetini "ben"inden aldığı için Tanrılık eğilimlerini güçlendiriyor.
Açıkçası bu durum, insanın sahte özgürlük algılayışıdır. Gerçekte sömürge de hegemonya da biçim değiştirmiştir. Neo-kolonyal yöntem, insana özgür olduğu duygusunu vererek kendisine ve dünyaya esir etmeye devam etmektedir. İnsan, ancak kendisinin serbest bırakıldığı alanda davranacak kadar özgürdür; yoksa dünya sisteminin dışına çıkma noktasında değil. O, kendisine gösterilen raflardan istediği ürünü almakta serbest bırakıldığı için özgür olduğunu zannetmektedir. Halbuki, o raflardan neyi alırsa alsın, neticede "büyük patron"un dediği olmaktadır.
Modern dönemde açık bir biçimde yukarıdan dayatmalarla, açık işgal ve darbelerle baskı ve hegemonyaya maruz kalınmaktaydı. Gerçi bu tarz, hala uygulanmaktadır. Ancak postmodern tarz, uhdesinde bulunduğu bütün araçlarla (televizyon, internet, sosyal medya), bir yaşam biçimini kültürel kodlara işlemekte, yeniden insan hayatında "değerli" ve "değersiz"ler listesi yapmakta, buna uygun ödüllendirme ve cezalandırma sistemi kurmaktadır. Fakat bu ödüllendirme ve cezalandırma da, daha çok mahrumiyetler oluşturma üzerinden işlemektedir.
İnsanlık giderek kendisinden kopmaktadır. İşin paradoksal boyutu bu kopuş da en çok "ben"in bir "self" olarak kutsandığı bir zamanda gerçekleşmektedir. Kanaatimizce çağımızın yabancılaşması, "ben"in bütün taleplerinin kendisinden menkul meşrulaştırılarak yüceltilmesi karşısında, kimliğin tüketim ve maddi sahiplikler üzerinden kurulduğu bu durum karşısında insanın kendisi ile arasına giren her şey üzerinden olmaktadır.
Bunun doğal bir sonucu olarak insan, bir müddet sonra "kendi"sini tanıyamaz hale gelmekte; vahşi bir sahipolma duygusuyla yanıp tutuşmaktadır. Özgürleşeceğim derken, Rabbi ile çatışması da işte bu sebeple olmaktadır.