Perdeler
Bâyezid-i Bistâmî’nin
buyurduğu söylenir;
“Kalbinin kapısına bir
bekçi koy. Ne zaman ki bir şeye çok sevinir ve bir şeyi çok seversen o bekçi
harekete geçsin.”
Kıtalar, asırlar
dolanarak heybeme giren, ruhuma tesir eden bu hikmeti sevdim. Kapısı olan
kalplerin de bir muhafıza ihtiyaç duyduğunu düşündürtmesi bir yana mesafenin,
aykırı bir sevmenin önünde durduğunu fısıldadı bana. Üstelik perdeleri getirdi
aklıma...
İnsanın kalbiyle arasına
giren perde saf değiştirerek dünyaya karşı bir tavır geliştirdiğinde anlam
kazanıyor. Kalkanı oluyor cismin, korunması gereken ne varsa muhafızı oluyor. Üstelik
perdesi ile güzelleşir hâle getirilen fert yaralarından, varlığına şarkı olan
sızılarından da koruyor muhatabını. Teşhir edilen dünyanın saklamaya/örtmeye
ihtiyaç hisseden gezginleri perdeler arıyor en güzelinden; sarı, siyah, yeşil, mavi,
rengini kadim tarihinin demir zırhından alan bir efsunlu gümüşi…
Fert uzun mazi
koridorlarının başlangıcında mahremiyetin temiz elçilerine ihtiyaç duyunca
duvarlar örmüş, haneler inşa etmiş. Kendisini ve kendisine emanet edilirken
adına “aile” denilen kutsal yapıyı, o duvarlar ardına gizlemiş. Devletleri,
milletleri husule getirmek için adına sınır dediğimiz kalın ve gerekli perdeler
yükseltmiş sonra. Böylece vatan kavramıyla ruh bulan ve hududunu öğrenen toprak
kuvvetlenmiş. Sınırları içinde oluşan kültürlerin rengiyle beslenmiş; medeniyet
aktarımını nesillere en sağlıklı biçimde taşımak isteyen toplumuyla sınır
güvenliğinin korunması adına sözleşmiş. İnsan gibi toprak da muhafaza için
perdelerin ehemmiyetini içselleştirmiş. Perdeler manasını suretler arasında
tamamlamış. Sırrın derinliğine vurgu yapan bir sembol olmuş. Edebiyatın
çağrışım dünyasına, katman alanına girmiş, adına imge dedirtmiş. Manaya zenginlik
katan ve onu, insan algısının çeşitliliğine hizmet eder hâle getiren bir
kisveye bürünmüş perdesi olduğunda kelâm.
İsmine ister mahremiyet
diyelim, ister efsun, ister sır… Kişinin ince de olsa bir perdesi olmalı
yakındakileriyle bile arasında. O takdirde ilişkiler yürütülebilir olur; o
takdirde bir diğerinin gel-gitleri, değişken ruh hâlleri, egosu, iç dünyasının
hasarları, yorucu sözleri yormaz, tüketmez karşısındakini… Ancak orada kişinin
payına düşen vakar gerçek karşılığını bulur. Araya giren perde bekayı tesis
eder. Mehmet Kaplan benim evrenime denemeciliğiyle girdi, ölçü ve muvazenesiyle
kaldı orada. Çalışırken katılmadığım noktalar olsa da o dev itidale saygı
duydum. Bir edebiyatçının söylenenden çok söyleyiş biçimi ile alakadar olduğunu
en çok o vadide anladım. Ne kadar süssüz yazarsa yazsın hep bir frene basma
ihtiyacı, kendisi ile aynı düşünmeyenleri incitmekten sakınan bir ruh hâli
buldum orada. Bunun da bir manada ruhun perdesi olacağına kanaat getirdim. Uzun
seneler evvel tanıdığım ve ruhumdaki mevcudiyetini her daim muhafaza ettiğini
hissettiğim bir kültür ve sanat müdavimi bana uzakların güzelliğinden
bahsetmişti. O uzaklığın bağrında derin bir yakınlık taşıdığını ve sessiz,
sözsüz güzelliğini yükseltmek adına nasıl güzel bir perde kuşandığını ancak
fark edebildim.
İnsan hayatının her
safhasında olmalı perdeler. Saygıyı yitirmemek, orada bir ders ve tecrübe
arayışına girmek kaydıyla geçtiği durakları, hatıraları ile bile bir sınır
tesis etmeli insan. Aksi durumda ânı yaşayamaz, önüne bakamaz olur. Belki de
Stefan Zweig “anılara inanmam ben. Yaşanmış, bizi terk edip gittiği o ânın
içinde yaşanmış ve bitmiştir (Mürebbiye, s. 20)” derken bu gerçeğe
temas eder. Sonra belki Vişne Bahçesi’nde Antov Çehov “….çok açık bir şey ki, bugünü yaşamak için
önce geçmişin kefaretini ödememiz, onun hesabını görmemiz gerekir. Bu kefaret
de ancak acı çekerek, olağanüstü, sürekli bir emekle” ödenir derken hesabı
ödenen bir mazinin önümüzü aydınlatacak bir tecrübeye dönüşmesi gerektiğine
dikkat çeker.
Perdeleri olmalı insanın;
kelimenin yetişemediği yerde sükût nakışları taşımalı…
Selam ile.