‘Perde Arkasına Bakış’
“İran Körfezi’nde kontolü ele geçirmek için dışarıdan gelecek herhangi bir müdahaleyi, ABD’nin hayati çıkarlarına karşı tehdit olarak göreceğiz ve bunu engellemek için askeri güç kullanmak dahil, gereken her türlü tedbiri alacağız.”
Bu cümleler ABD’nin 39. Başkanı Jimmy Carter’ın 1980 yılında yaptığı ve daha sonra “Carter Doktrini” olarak anılacak düşüncelerini özetlediği, Temsilciler Meclisi’ne hitaben yaptığı konuşmasından bir bölüm…
Carter’ın bu doktrini ortaya koyduğu dönemde SSCB’nin Afganistan’ı tahakkümü alma çabaları çok üst düzeydeydi. Afganistan’daki Sovyet askeri varlığı Hint Okyanusu’na yaklaşmıştı ve bu durum ABD’nin gözünde Carter’ın da konuşmasında ifade edeceği üzere; “SSCB’nin, tüm dünyanın petrol ihtiyacının taşındığı Hürmüz Boğazı’na müdahale edebilir hale gelmesine” olanak sağlıyordu. Dolayısıyla Sovyetler Birliği’nin askeri kuvvetlerini burada konsolide etme çabası dünya petrol ihracatı açısından ABD nezdinde ciddi bir tehdit oluşturmaktaydı.
Ancak ABD’nin o dönemde bu tehlikeyi önleyebilmesi için bölgede yeterli askeri gücü yoktu. Bu anlamda ABD yönetimi tarafından çalışmalar başlatıldı ve daha sonra “Centcom”a dönüşecek olan “Acil Müdahale Ortak Görev Gücü” oluşturuldu. 1981 yılında Irak-İran savaşı başladığında Başkanlık koltuğunda oturan Reagan, Carter’ın ortaya koyduğu anlayışı aynen savunacak hatta; “Suudi Arabistan’ı korumak için gerekirse müdahalede bulunuruz” diyecekti… Centcom’un kuruluşu ile Pentagon ABD şirketlerinin Körfez petrollerine erişimini bir nevi güvence altına almış oluyordu.
Bu bilgiler ışığında günümüzü okumak gerekirse; bölge petrollerinin halen ABD için geçmişe nazaran daha az olsa da önemli olduğunu belirtmekle birlikte artık yaşananları sadece petrol rezervleri üzerinden okumanın yetersiz olduğunu da anlamak gerekiyor. Artık ABD için temel öncelik bölge petrollerinin tamamına el koymak değil, dünya ticareti açısından kritik noktaları kontrol etmektir. Trump bir nevi “Carter Doktrini”ni sorgulamış ve petrolden elde edilecek gelirleri bölgesel yönetimleri tamamen kontrol altına alarak, devşirerek dolaylı yollardan elde etme metodunu da devreye sokmuştur. Her ne kadar “Suriye’den çekileceğim” açıklamasının akabinde petrol bahaneli olarak belirli sayıda askeri PKK/YPG’nin işgali altında bulunan noktalarda bırakmış olsa da burada amaç oradaki petrolden çok o petrolün geliri ile PKK/YPG’nin finansmanını garanti altına almaktır. Bu finansmanın büyük çoğunluğunu ise kısa vadede başta BAE ve Suud olmak üzere tamamen Körfez ülkelerinin üzerine yıkacaktır.
Bu noktada kısaca ABD-İran gerilimine de kısaca değinmek gerekirse; öncelikle şunu belirtmek gerekiyor ki her iki ülkede gerek iç siyasetleri gerekse varlıklarının devamı açısından “birbirlerine mecburdurlar”… Körfez ülkelerini devşiren ABD yönetiminin bölgede etkinliğini koruması için bir İran tehdidine daima ihtiyacı olduğu gibi İran’ın da hedeflerini diri tutması için kendi deyimleri ile “büyük şeytan” ABD’ye ve İsrail’e ihtiyacı vardır.
ABD’nin karşılığını almadan hiçbir adımından şartsız şekilde çekileceğini düşünmek imkansızdır. Yüksek ihtimalle Süleymani’nin öldürülmesinden sonra arka planda yeni bir pazarlık masası kurulmuş ve özellikle Irak üzerinden eş zamanlı çekilme noktasında müzakereler yürütülmektedir. Şunu da ifade etmek gerekiyor ki; ABD mevcut İran yönetimine kısıtlı müdahalelerde bulunacak olsada asla en direk bir ABD-İran savaşı görmemiz en azından şimdilik ihtimal dahilinde değildir. Şayet birgün İran’a yönelik bir savaş gerçekleşecekse bu kesinlikle ABD’nin devşirdiği bölgesel yönetimlerin (Suud, BAE, Mısır vs) koalisyonu ile olacak ve bölgenin haritalarının İsrail’in lehine yeniden çizilmesi gibi birçok amaca hizmet etmek için yapılacaktır.
Trump; “anglo-sakson” eksenin temsilcisi olarak kendilerinin dahil olacağı bir kavgayı değil, atasözünün dediği gibi “nehirdeki balıkların” kavgasını organize etmek için çalışmaktadır.