Dolar (USD)
35.16
Euro (EUR)
36.59
Gram Altın
2958.42
BIST 100
9916.22
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE

PARADİGMAL FARKLILIK

Batı ile ilişkilerimizin doğasına dair modernleşme sürecimizin başından bu yana sürekli analizler yapılmaya devam edilmektedir. Bu minvalde, Batı karşısında üç tavırdan söz etmek mümkündür. Birincisi, Batı’yı tamamen ret. İkincisi, Batı’yı tamamen kabul ile onu takip. Üçüncüsü de, Batı ile etkileşime girerek bir ilişki geliştirmek.

Genelde tarih boyunca farklı medeniyetlerin ve kültürlerin karşılaşması sonucu, sanki şu parametreler ve aşamalar işliyor görünmektedir. İbn Haldun’un çok yerinde tespitiyle; “yenilen milletler yenenleri taklit etmektedirler.” Bu da modernleşme ve/veya batılılaşma sürecinde batılıların düşüncelerini, perspektiflerini, gündelik yaşam ve kıyafetlerini taklit etmek şeklinde tezahür etti. Bu hayranlık düzeyinin, belirli bir Batı eleştirisi düzeyine ulaştıktan sonra terk edilmesi ve yeni bir inşa sürecine girilmesi beklenir. Ama zannımca Müslüman toplumlar henüz o aşamaya ulaşabilmiş değiller.

Burada en temel problem; ilkin Batı ile nasıl bir ilişki kurulacağına dairdir. Batı’yı tamamıyla reddedenlerin, bir müddet sonra “modernist” bir karaktere sahip İslami hareketler haline geldiğinin günümüzde mebzul derecede örnekleri var. Öte yandan, Batı’ya öykünerek onun paradigmal farklılığını dikkate almayan batıcıların uzun vadede bize vaadleri yok. Dolayısıyla üçüncü şık olan paradigmal farklılıklardan hareket ederek bir düşünce üretmek geriye kalıyor.

Yunanlılar aklı logos olarak evrensel bir akıl şeklinde görüyorlarlardı. Bu akıl, sadece tümel olanı hakikat ve bilgi kabul etmekteydi. Bu durum Aristo’nun tümeller üzerine durması ve bilgide aradığı temel özelliklerde kendisini göstermektedir. Bu konudaki önemli kırılmayı nominalistler yaptı. Modern düşünce ile birlikte paradigma değişti.

Her kültür ve medeniyet dairesi kendisini bir paradigmanın içinden tanımlar. Paradigma bu kültür ve medeniyet dairesinin ürettiği bilgi ve gündelik pratiklerin kendisini refere ettiği bir çerçeveye işaret eder. Toplumlar farkında olsunlar ya da olmasınlar bu paradiganın içinde şekillenirler; bilgi üretir ve pratikler geliştirirler.

Şimdi bizim sorunumuz en başta bu noktada odaklanmaktadır: Batılıların tartıştığı tikel meseleleri, onun ait olduğu tümellerden ve paradigmalarından bağımsızlaştırarak birer sorun olarak tartışılmaya başlanmasıdır. Bu paradigmal farklılıkları görmezden gelerek, yapılacak tartışmalar şu sonuçlara sebep olur; Önce kendi toplumunuzda hiç karşılığı olmayan uygulamalara gidersiniz ve ayrıca bunların bir müddet sonra insanları dönüştürmeye başladığını görürsünüz.

Post/Modern Batı ile Müslüman toplumlar arasındaki en önemli paradigmal fark, birincisinin insan merkezli bir evren ve dünya anlayışı etrafında düşünürken, diğerinin Tanrı merkezli ve aşkın hakikate dayalı bir dünya anlayışını benimsemesidir. Dolayısıyla birincisi hakikatin merkezi olarak insanı görmektedir. Diğeri ise, hakikatin merkezi olarak Tanrı’yı görmektedir. Bu fark, en başta Tanrı-insan, insan-insan ve insan-çevre arasındaki ilişkilerin bu toplumda düzenlenmesinde etkin olabilmektedir.

Şimdi, aile, kadın-erkek ilişkisi, eğitim, yeme içme alışkanlıkları, giyim-kuşam vb. birçok gündelik yaşam pratiği üzerine konuşurken, bu farklılıkları mutlaka göz önüne almak durumundasınız. Batı dünyası kendi ahlaki ve hukuki normlarını bu paradigmal değişim karşısında yeniden düzenlemiştir. İslam dünyası ise, paradigmaların ve pratiklerin karmakarışık olduğu ve dolayısıyla zihinlerin de karıştığı bir atmosferde nefes almaya çalışmaktadır.

İşte tam da bu sebeple, tikellerin dünyasından bir anlık dışarıda durarak, paradigması neyse onu iyi netleştirmelidir. Zira son düğmenin yanlış iliklenmesi, aslında düğmelerin hepsinde ilikleme açısından bir problem olduğuna işaret eder.