Dolar (USD)
35.18
Euro (EUR)
36.53
Gram Altın
2966.40
BIST 100
9724.5
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
14 Şubat 2024

​Özgürlük arayışı

Yerçekiminin varlığı, uçmak için doğal olarak çabalamayı gerektiriyor. Yeryüzündeki bütün özgürlüklerin bedel talebi buradan kaynaklanıyor. Varoluş, yerçekiminin olduğu her yerde baskılanıyor. Bu baskının fizyolojik olduğu kadar ruhsal, somut olduğu kadar soyut araçları da var. Bedenimiz yerçekimine karşı direnir, omurgayı dik tutmaya gayret gösterirken zihnimiz de toplumsal yaşayışın dondurmaya, katılaştırmaya, yok etmeye yönelik tahakkümüne meydan okur. Aramızdan bazılarının beli bükülür, omurgası eğilirken diğerlerimiz ne pahasına olursa olsun dik durmaya çalışır. Her ikisi de günün birinde zamana yenilir. Ancak dik duranların ruhu göğe yükselirken eğilip büzülenlerinki toprağa karışır, çürür, yok olur. Bütün bunların bize verdiği bir mesaj vardır: Her türden beşeri sistem ilhamını dünyayla kurulan ilişkiden aldığı için doğal olarak yerçekiminden beslenir ve insanı küçültmeye, büyük karşısında küçülmeye, güç karşısında boyun eğmeye davet eder. Buradan insana düşen pay ise zihnin ve ruhun ayaklarını yere çivilemeye yönelik her türden kurguya karşı meydan okumak, onu uçurmanın yollarını aramak… Çünkü gerçekten de kurulu sisteme entegre olmak kolay, direnmek zordur. Çünkü gerçekten de ancak uyuşuklar, tembeller ve yüzmeyi bilmeyenler; bilmeye gayret etmeyenler kendilerini suyun akışına bırakır. Zihni açıklar, gayretkeşler ve yüzmeyi bilenler ise suyun tersine yüzmekten gocunmaz, hatta onu bir görev; insan olmanın, insan kalmanın, insanca yaşamanın bir yolu olarak görür. Gerçek ve omurgalı insanlar, ki onlara aydın diyoruz, her türden zorluklarına rağmen kurulu sisteme meydan okuyarak kendini yerçekiminden azat etmenin yöntemlerine başvurur. Bütün meşakkatlerine karşın suyun tersine yüzer. Suyun tersine yüzenlerin sayısı arttıkça düzenlerin rahatı kaçar, rahatı kaçan düzenler zora başvurur ve üstelik bunu kitlesel hale getirir.

Fizyolojik baskı yerçekimiyle aşağıdan yukarıya yönelirken zihinsel ve toplumsal baskı patlamış egolarla yukarıdan aşağıya yöneliyor. Böylece özgürlüklerimiz hem yukarıdan aşağıya hem de aşağıdan yukarıya iki taraftan da kıskaca alınıyor. Hikaye, Elias Canetti’nin Sözcüklerin Bilinci adlı kitabından: Dönemin kudretli hükümdarı olan Dehli sultanı Muhammed Tuğlak, ülkesini yönetirken sarayının penceresinden içeri isimsiz eleştiri mektupları atılır. Bundan rahatsız olan hükümdar başkentteki bütün insanların en az kırk kilometre ötedeki bir şehre sürgün edilmesi talimatı çıkarır. Boyun eğen halk, çaresiz şehri terk eder. Şehri teftişe çıkan saray görevlileri biri topal, öteki kör iki kişinin hala orada yaşadığını tespit eder. Topal, bir mancınığa bindirilip imha edilir, kör de bir ata bağlanarak kırk kilometre boyunca sürüklenir ve her parçası yol boyunca dağılır, öteki şehre varıldığında tek bacağı kalmış olarak öldürülmüş olur. Bütün bunlardan sonra kral, sadaretinin penceresinden dışarı bakarak kendini güvende hisseder ve şöyle der: “Şimdi artık içim rahat.” Tek olmanın, güçlü olmanın, dünyanın en güçlüsü olmanın yolu bazen daha az güçlülerin telef edilmesinden geçiyor ve bu hiç değişmiyor. Ne zaman ne mekan ne de bağlam bu kirli güçlü olma duygusunu ortadan kaldırmıyor. Birilerinin içi rahat etsin diye başka birilerinin sürgün edilmesi, birileri kendilerini güvende hissetsin diye başka birilerinin etlerinin parçalanması gerekiyor. Uçmak bedel istiyor, camdan içeri eleştiri mektupları atmak bedel istiyor, suyun tersine yüzmek bedel istiyor, yer gökten, zulüm merhametten bedel istiyor.

Yaşama tutkusunun güç ile ilintisi bütün canlılarda ortak. Her canlı, yaşamı boyunca güçlü olmaya gayret gösterir, gücün hayatı sürükleyen en önemli muharriki olduğunu tasarlar. Bitkiler, hayvanlar, insanlar, hiç fark etmez. Yaşamanın, daha güçlü, daha uzun, daha rahat yaşamanın yolu kuvvetlenmekten, bağışıklık sistemini güçlendirmekten geçer. Ancak söz, yönetmeye, iktidara, insanın içindeki o hayvani tutkuya geldiğinde meselenin boyutu birden genişler. Bir noktadan sonra güç, gücü yönetenleri de etkisine alarak o gücün varlık gerekçesini güçsüzleri olduğundan daha aciz düşürmeye yönelir. Aciz düşmek, iradesi dondurulmak, bağışıklık sistemi çökmek, gücün oyuncağı olmak demektir ve çağlar boyunca güç sahipleri tam da o çağın gerektirdiği yöntemlere başvurarak bunun üstesinden gelirler. Ancak bütün dönemler boyunca değişmeyen bir gerçek var ki o da uçma hevesi kırılmış kuşların kanatlarını unuttuğu için ayaklarını kanat sanmasıdır. Ayaklarıyla uçmaya çalışmak, eleştiri mektuplarını camdan içeri atmak yerine tortop edip çöpe göndermek demektir. Belki de bu yüzden günümüzde iktidar sahipleri, cümlelerini sarayların penceresinden içeri atan insanları başka kentlere sürgün edip başkentlerde tek başına yaşamayı “içini rahatlatmanın” bir yolu olarak görme gereği duymuyor. Bunun yerine insanları medya yalanları, spekülasyonlar ve devasa propaganda araçlarıyla kimliksizleştirmeyi tercih ediyorlar. Onlardaki kımıltıyı dondurmak, eyleme gücünü azaltmak veya engellemek çok daha kolay geliyor. Halkı başka yere sürgün etmek yerine bulunduğu yere kilitlemek, iradesini dondurmak, kalbini taşlaştırmak çok daha az maliyetli ve bunun yollarından biri onu fizyolojik açlığa mahkum etmek, karın tokluğuna çalışmayı refah olarak göstermektir. Diğeri ideallerini yok ederek, bulunduğu küçük dairenin içinde dönüp dolaşmasını özgürlük olarak sunmak, suya sabuna dokunmadan yaşamayı erdem olarak lanse etmektir.

Hepimiz uçmayı unutmuş kuşlarız. Tek kişilik çıkar alanlarında kafeslerimizi gök belleyip bize uzatılan buğday tanelerini keyifle çiğneyip duruyoruz. Küçük su birikintilerini okyanus, suyun akışına yüzmeyi yüzmenin kendisi sanıyoruz. Yazık ki bize çarpana kadar kötülüğe seyirci, çarptığı zaman ise zaten onun maktulü oluyoruz. Okyanusla karşılaşana kadar, kasabasındaki göleti dünyanın en büyük suyu görenlerin yanılgısıdır hepimizin yaşadığı ve üstelik bazımız hiç okyanus görmeden ölüyor.