Özgürlük arayışı
Yerçekiminin
varlığı, uçmak için doğal olarak çabalamayı gerektiriyor. Yeryüzündeki bütün
özgürlüklerin bedel talebi buradan kaynaklanıyor. Varoluş, yerçekiminin olduğu
her yerde baskılanıyor. Bu baskının fizyolojik olduğu kadar ruhsal, somut
olduğu kadar soyut araçları da var. Bedenimiz yerçekimine karşı direnir,
omurgayı dik tutmaya gayret gösterirken zihnimiz de toplumsal yaşayışın
dondurmaya, katılaştırmaya, yok etmeye yönelik tahakkümüne meydan okur.
Aramızdan bazılarının beli bükülür, omurgası eğilirken diğerlerimiz ne pahasına
olursa olsun dik durmaya çalışır. Her ikisi de günün birinde zamana yenilir.
Ancak dik duranların ruhu göğe yükselirken eğilip büzülenlerinki toprağa
karışır, çürür, yok olur. Bütün bunların bize verdiği bir mesaj vardır: Her
türden beşeri sistem ilhamını dünyayla kurulan ilişkiden aldığı için doğal
olarak yerçekiminden beslenir ve insanı küçültmeye, büyük karşısında küçülmeye,
güç karşısında boyun eğmeye davet eder. Buradan insana düşen pay ise zihnin ve
ruhun ayaklarını yere çivilemeye yönelik her türden kurguya karşı meydan
okumak, onu uçurmanın yollarını aramak… Çünkü gerçekten de kurulu sisteme
entegre olmak kolay, direnmek zordur. Çünkü gerçekten de ancak uyuşuklar, tembeller
ve yüzmeyi bilmeyenler; bilmeye gayret etmeyenler kendilerini suyun akışına
bırakır. Zihni açıklar, gayretkeşler ve yüzmeyi bilenler ise suyun tersine
yüzmekten gocunmaz, hatta onu bir görev; insan olmanın, insan kalmanın, insanca
yaşamanın bir yolu olarak görür. Gerçek ve omurgalı insanlar, ki onlara aydın
diyoruz, her türden zorluklarına rağmen kurulu sisteme meydan okuyarak kendini
yerçekiminden azat etmenin yöntemlerine başvurur. Bütün meşakkatlerine karşın
suyun tersine yüzer. Suyun tersine yüzenlerin sayısı arttıkça düzenlerin rahatı
kaçar, rahatı kaçan düzenler zora başvurur ve üstelik bunu kitlesel hale
getirir.
Fizyolojik baskı
yerçekimiyle aşağıdan yukarıya yönelirken zihinsel ve toplumsal baskı patlamış
egolarla yukarıdan aşağıya yöneliyor. Böylece özgürlüklerimiz hem yukarıdan
aşağıya hem de aşağıdan yukarıya iki taraftan da kıskaca alınıyor. Hikaye,
Elias Canetti’nin Sözcüklerin Bilinci
adlı kitabından: Dönemin kudretli hükümdarı olan Dehli sultanı Muhammed Tuğlak,
ülkesini yönetirken sarayının penceresinden içeri isimsiz eleştiri mektupları
atılır. Bundan rahatsız olan hükümdar başkentteki bütün insanların en az kırk
kilometre ötedeki bir şehre sürgün edilmesi talimatı çıkarır. Boyun eğen halk,
çaresiz şehri terk eder. Şehri teftişe çıkan saray görevlileri biri topal,
öteki kör iki kişinin hala orada yaşadığını tespit eder. Topal, bir mancınığa
bindirilip imha edilir, kör de bir ata bağlanarak kırk kilometre boyunca
sürüklenir ve her parçası yol boyunca dağılır, öteki şehre varıldığında tek
bacağı kalmış olarak öldürülmüş olur. Bütün bunlardan sonra kral, sadaretinin
penceresinden dışarı bakarak kendini güvende hisseder ve şöyle der: “Şimdi
artık içim rahat.” Tek olmanın, güçlü olmanın, dünyanın en güçlüsü olmanın yolu
bazen daha az güçlülerin telef edilmesinden geçiyor ve bu hiç değişmiyor. Ne
zaman ne mekan ne de bağlam bu kirli güçlü olma duygusunu ortadan kaldırmıyor.
Birilerinin içi rahat etsin diye başka birilerinin sürgün edilmesi, birileri
kendilerini güvende hissetsin diye başka birilerinin etlerinin parçalanması
gerekiyor. Uçmak bedel istiyor, camdan içeri eleştiri mektupları atmak bedel
istiyor, suyun tersine yüzmek bedel istiyor, yer gökten, zulüm merhametten
bedel istiyor.
Yaşama
tutkusunun güç ile ilintisi bütün canlılarda ortak. Her canlı, yaşamı boyunca
güçlü olmaya gayret gösterir, gücün hayatı sürükleyen en önemli muharriki
olduğunu tasarlar. Bitkiler, hayvanlar, insanlar, hiç fark etmez. Yaşamanın,
daha güçlü, daha uzun, daha rahat yaşamanın yolu kuvvetlenmekten, bağışıklık
sistemini güçlendirmekten geçer. Ancak söz, yönetmeye, iktidara, insanın
içindeki o hayvani tutkuya geldiğinde meselenin boyutu birden genişler. Bir
noktadan sonra güç, gücü yönetenleri de etkisine alarak o gücün varlık
gerekçesini güçsüzleri olduğundan daha aciz düşürmeye yönelir. Aciz düşmek,
iradesi dondurulmak, bağışıklık sistemi çökmek, gücün oyuncağı olmak demektir
ve çağlar boyunca güç sahipleri tam da o çağın gerektirdiği yöntemlere başvurarak
bunun üstesinden gelirler. Ancak bütün dönemler boyunca değişmeyen bir gerçek
var ki o da uçma hevesi kırılmış kuşların kanatlarını unuttuğu için ayaklarını
kanat sanmasıdır. Ayaklarıyla uçmaya çalışmak, eleştiri mektuplarını camdan
içeri atmak yerine tortop edip çöpe göndermek demektir. Belki de bu yüzden günümüzde iktidar
sahipleri, cümlelerini sarayların penceresinden içeri atan insanları başka
kentlere sürgün edip başkentlerde tek başına yaşamayı “içini rahatlatmanın” bir
yolu olarak görme gereği duymuyor. Bunun yerine insanları medya yalanları,
spekülasyonlar ve devasa propaganda araçlarıyla kimliksizleştirmeyi tercih
ediyorlar. Onlardaki kımıltıyı dondurmak, eyleme gücünü azaltmak veya
engellemek çok daha kolay geliyor. Halkı başka yere sürgün etmek yerine
bulunduğu yere kilitlemek, iradesini dondurmak, kalbini taşlaştırmak çok daha
az maliyetli ve bunun yollarından biri onu fizyolojik açlığa mahkum etmek,
karın tokluğuna çalışmayı refah olarak göstermektir. Diğeri ideallerini yok
ederek, bulunduğu küçük dairenin içinde dönüp dolaşmasını özgürlük olarak
sunmak, suya sabuna dokunmadan yaşamayı erdem olarak lanse etmektir.
Hepimiz uçmayı
unutmuş kuşlarız. Tek kişilik çıkar alanlarında kafeslerimizi gök belleyip bize
uzatılan buğday tanelerini keyifle çiğneyip duruyoruz. Küçük su birikintilerini
okyanus, suyun akışına yüzmeyi yüzmenin kendisi sanıyoruz. Yazık ki bize çarpana
kadar kötülüğe seyirci, çarptığı zaman ise zaten onun maktulü oluyoruz. Okyanusla
karşılaşana kadar, kasabasındaki göleti dünyanın en büyük suyu görenlerin
yanılgısıdır hepimizin yaşadığı ve üstelik bazımız hiç okyanus görmeden ölüyor.