ÖZGÜL VARLIĞIN ÜZERİNDE TALEP
İnsan dünyevi boyutu olan ve talep eden bir varlıktır. Dinler insana geldiği kökenle ilgili bilgiler vermekle birlikte, son kertede gözünü dünyada açtığı için tecrübe edebildiği tek mekan dünyadır. Dolayısıyla buraya dair taleplerde bulunur ve açıkçası konfor içinde yaşamak ister.
İnsan aynı zamanda alışkanlıklarının çocuğu olması sebebiyle, konfora alıştıktan sonra da onu bırakması o kadar kolay olmayacaktır. Eski(mez)ler “Allah insanı gördüğünden aşağı düşürmesin” demişlerdir. Şimdi mustarip olduğumuz sorunlar; bir yandan üretmeden ve maliyet ödemeden bir konfor yaşama talebinden, diğeri de kendi özgül varlığının ötesinde taleplerde bulunarak kendisini zora sokmasından kaynaklanmaktadır.
Elbette insanlar için maddi ve manevi anlamda asgari insani yaşam koşullarının sağlanması temel hedeflerden birisidir. Fakat kişinin içinde doğduğu coğrafya, bu coğrafyanın koşulları, maddi ve manevi gerçeklikler normalde yaşama yön veren parametreler olarak dikkate alınmak durumundadır. Özellikle bu farkındalığa yönelik kırılmaların Türkiye’de 1980 sonrasında başladığını söylemek yanlış olmayacaktır. Bu bağlamda 1980 sonrasında hangi bileşenler etrafında bu kırılmaların oluştuğunu açımlayabiliriz.
Bu noktada 1980 sonrasını Türkiye’de dışa daha açık modernleşme politikalarının uygulanmaya başlandığı dönem olarak okuyabiliriz. Türkiye Osmanlı’dan itibaren modernleşme politikalarını uyguluyor olsa bile, neticede 1980 öncesi Türkiye dışarıya daha kapalı bir ülke olarak dikkat çekmektedir. Nitekim farklı televizyon kanalları, Türk parasının konvertibl hale gelmesi, birçok üründe ithalatın başlaması ve yurtdışıyla temasların giderek artması bunların toplumsal, kültürel ve ekonomik düzeydeki göstergeleridir.
Özal dönemi politikaları bir yandan periferinin merkeze doğru yürümesinin imkanlarını açarken, diğer yandan dünya ile temasa getirilen halkın yeni talepleri ve yeni yaşam biçimini gündeme getirmiştir. Açıkçası bu toplumda topyekün “feodalite”den “modern” olana geçiş gibi bir zihni arkaplanla algılandı ve müthiş bir heyecana neden oldu. Nitekim toplumda apartman dairelerinde oturma talepleri, sözgelimi arsaların rant değerlerini artırırken, onun üretim değerlerini düşürdü. İnsanlar geçmişte yaşadıkları mahrumiyetleri aşmak ve yeni nimetlere kavuşmak üzere “geçmiş”i zihinlerinde sildiler. Çoğunluk “Batı’da ne varsa bizde de olsun” mottosunu hayatının temel sloganı haline getirmişti bile.
Doğrusu Türkiye’de bu değişimi zorlayan uluslararası düzeyde gelişme gösteren küreselleşme ve postmodern mentaliteyi buraya eklemeliyiz. Zira giderek sermayesi devlet bütçelerini aşan ulusaşırı sermayenin ortaya çıkması, dünya ölçeğinde aynı anda ve hızlı mal mübadelesini zorunlu kılmaktaydı. Dolayısıyla kapitalizmin bu yeni aşaması, “ürünler”inden tüm dünya insanlarını mahrum (!) edemezdi. Tüm bunların doğal sonucu olarak insanlar “beyaz ekmeğe” alıştılar.
Sürekli ve durmadan üretilen malların satılması önemliydi. Fakat insanların satın al(a)mama riskine karşı iki yol takip edilmekteydi. Birincisi, postmodern tüketim ve reklam mantığıyla insanlara ekranlardan satın aldıkları ürünlerle başka bir dünyada yaşayacakları gibi sevinç ve heyecan verildi. Üstelik bu, bugün sürekli olarak tekrarlanmaktadır. İkincisi de, mevcut imkanlarıyla tüketemeyenlerin borçlan(dırıl)ması. Bugün dünya ölçeğinde borçlanmanın miktarı varlıkların dört beş katı civarında seyretmektedir.
Tüm bunların ifade ettiği anlam şunlardır: Birincisi, insanlar kendi özgül varlıklarının üzerinde talepte bulunduklarında, bir müddet sonra varlıklarından yemeye başlarlar. İkincisi de, kendi gerçekliğini tanımadan sanal dünyadaki yaşam geçicidir ve herkes gerçekliğine er veya geç geri dönecektir.