Dolar (USD)
34.57
Euro (EUR)
36.00
Gram Altın
3017.21
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
18 Ağustos 2018

Öykü mü dediniz hikaye yerine?

"Hikaye Tahlilleri" yazarı Prof. Dr. Mehmet Kaplan, kitabının önsözünde "Hikayeciler, şairlerin aksine kendi benlerinden çok başkalarından bahsederler. Bilhassa "insanlar arasındaki çatışma ve anlaşmazlık" hikayede önemli bir yer tutar. Hikaye, bu bakımdan roman ve tiyatroya yaklaşır." Der.

Bu bilgiden yola çıkarak hikaye tanımını şiirden ayırt edebildiğim gibi öyküden de ayırt edesim geliyor. Hikayeyi öyküden tanım olarak ayrı tutmada haksız olmadığımı şu tespitlerde bulunarak açıklayacağım.

On dokuzuncu asırda Tanzimat'la birlikte edebiyatımıza Batı menşeli edebi ürünler girmeye başlar. Bunların başında roman ve hikaye yer alır. O zamanlar bu türü "story, history, historia" gibi kelimelerle karşımızda bulduk. Bunları en iyi karşılayan "hikaye" kelimesinde karar kılınmıştır. Hakikaten "hikaye" Batılı türdaşları gibi bir olayı anlatmak ya da taklit etmek eylemi ile birlikte kullanılmıştır. Tahkiyye etmek gibi anlatmak anlamına gelen bir fiil yapısını da göz önünde bulundurduğumuzda hikayenin ne kadar isabetli olduğunu daha iyi anlarız. Çünkü kelimenin arka planında bir tarihi var, etimolojik bir felsefesi var.

Her ne kadar Ahmet Mithat Efendi, "Kıssa'dan Hisse, Letaif-i Rivayat" eserlerinde hikaye yerine bazen "kıssa" bazen de "rivayet" kullanmışsa da bu terimler dönemin diğer yazarları özellikle Şemsettin Sami, Nabizade Nazım, Emin Nihat tarafından iltifat görmemiş ve hikaye ilk modern tür olarak Türk edebiyatında yerini almıştı.

Servet-i Fünu00fbn döneminde ise roman türü gelişir. Fakat bu türe karşılık o zaman bir karşılık bulunmaz ve bu edebi tür roman olarak dilimize yerleşmişti. O dönemde "roman" ismine ne ilginçtir Mai ve Siyah romanının yazarı Halit Ziya Uşşaklıgil, karşı çıkar ve bunun yerine de "hikaye" ismini teklif eder. Onun "Hikaye" adlı eserinde konuyla ilgili şu ilginç çıkışını aktaralım.

"Edebiyat-ı Osmani'de mazharı olduğu mevk-i mühim ihraz edemeyen aksam-ı edebiyattan biri de ecnebi bir kelime altında zikr etmekten ise Osmanlı lisanına hürmeten 'hikaye' namını vereceğimiz kısm-ı edebidir."

Türk Edebiyatında hikaye türü öncesinde mesnevi, destan, Dede Korkut ve diğer halk hikayeleri türü bu işlevini yerine getiriyordu. Modern çağ, kendi ürünlerini insanlığa bir ihtiyaç olarak sunduğundan bu alanda da zamanla kıymetli eserler verildi. Türk Edebiyatı özellikle hikaye alanında Ömer Seyfeddin ve Sait Faik Abasıyanık ve Memduh Şevket Esendal ile birlikte Batı edebiyatındaki hikaye örnekleri seviyesini yakalamış oldu. Hikaye hem isim hem de kavram itibariyle millileşti ve yerlileşti. İnsanımız roman yerine hikayeye ilgi göstermeye ve hikayede kendini bulmaya çalıştı. Hatta şiir merkezli Türk Edebiyatı hikaye ile birlikte nesre yani düz yazıya doğru da bir eksen kaymasına da uğradı diyebiliriz.

Şimdi hikaye ile ilgili durum böyle iken "öykü" kelimesini hikaye yerine kullanmak da son dönemlerde moda halini aldı. Mesela kimse Fransızcadan olduğu gibi alınmış "roman" kelimesine eş anlamlı ya da bu kelimeyi kovalım da yerine yeni bir kelime getirelim demiyor. Neden demez? Çünkü o dönemde ve hala da dünyada popüler bir edebiyat olan Fransız Edebiyatı ve bağrından çıkmış "roman" kelimesine kimse toz kondurmak istemiyor. Ama millileşen yerlileşen "hikaye" kelimesine apar topar bir karşılık bulunabiliyor.

Kelimelerin de insanlar gibi bir kaderi var maalesef. Öykü kelimesi de hikayeyi sahnenin dışına çıkarmak isteyenlerce uydurulmuş bir kelime. Kaderin cilvesi olsa gerek dilbilgisi uzmanları da bilirler, öykünün türetilmesinde kullanılan bir metod yanlışlığı var. "Öykün-mek" fiilinden "öykü" gibi bir isim türetilmiş. Halbuki fiilden bir isim türetildiği zaman kelimeye yeni bir ek gelir. Yani burada "öykünç" benzeri bir kelime olsaydı. Minareye kılıf uydurulabilirdi. Ama maalesef öyle bir durum da söz konusu değil.

Bakınız Fatih dönemi şairlerinden Necati Bey'in şiirinde "öykün-mek" nasıl geçiyor.

Gül yüzüne öykünürse lale-i sahra-nişu00een

Yüreğine dağ-ı hırman ur kana bas...

(Şair der ki, eğer lale senin gül gibi olan yüzüne özenirse onu dağla ve kana bas. Yani onun yüreğini mahrumiyetle yarala.)

Burada mesele hasıl olmuştur. Öykünmek, burada özenmek gibi kullanımdadır. Şimdi muhtemelen buralardan "öykü" oluşturulmuş. Ama hikaye nerede kaldı, öykü nerede kaldı?

Böyle bariz ve hatta bilinçli yapılmış hatalar ortadayken bazı araştırmacıların şark hikayesini modern hikayeden ayırmak için öyküyü kullanılıyor olmaları kabul edilemez bir durumdur. Peki, soruyorum öykü kullanımını tercih edenlere. Hikaye, bu kadar yerlileşmesinde birçok saldırıya da beraberinde göğüslüyor. Birine kızdığımızda "kardeşim bana hikaye anlatma deriz. Hikaye yerine öyküyü koyun bakalım anlamını buluyor mu? Bulmayacaktır ve bulmaz da.

Yine de kendini hikayeci yerine öykücü kabul edenlere itirazım yok. Kendileri hala bir şeylere öykünüyor mu, bilmem...