Orucun Kilidi Kanaat
Ruh ve bedenin ıslahı ve terbiyesi oruçla gerçekleşir. Nefsi terbiye eden ve ahlâkı güzelleştiren orucun kapısı sabırdır. Sabır kapısının kilidi ise kanaattir. Şu halde oruç kanaattir. İnsana elinde olanla ve malik olduğuyla hoşnut olmayı öğretir. Aç gözlü, ihtiras sahibi ve doyumsuz olmamak, kanaat kilidiyle gerçekleşir. Kısmet ve nasibinden fazlasını istememek, kanaatle kontrol edilir. Oruç, kanaatin yuvasıdır.
İhtiyacından fazlasına göz dikmeyen oruçlu insan, hırsın yok edici zararlarından emin olan kimsedir. Onda aşırı kazanma ve doymayan azgın bir nefis yoktur. Kendisine takdir edilene rıza gösterir. Payına düşenden memnun olan kanaatkâr, başkasının malından, canından ve namusundan uzaktır. İsraf ve savurganlığa oruç kitabında yer yoktur. Zira oruç, kanaatin öğretildiği mekteptir. İhlas mektebi ve samimiyet ruhu, oruçluyu eğitir. Ruhun askeri yapar. Maneviyat ordusu, nefislerini yenen, hırs ve ihtiraslarına köle olmayanların ordusudur.
Oruç, maneviyat ve hakikat insanını inşa eder. Onu kanaatkâr yaparak, ruh yolculuğuna çıkarır. Bütün yüklerini ve ağırlıklarını boşaltın ruh atı, savmın gücüyle Hakk’ın katına miracını gerçekleştirir. Bu seyahat, hakkına razı olanların, maddeye tapmayanların katıldığı bir yolculuktur.
Verilene razı olan kanaatkâr; ihlas, tevekkül, rıza, reca ve vefa ile donatılmış kalp insanıdır. Öncelikle kalbin kanaat etmesi lazımdır ki, bütün beden ve organları ona tabi olsun. Kalbin doyumu, ruhun tatmin olmasıdır. Beden bu manevi tatmin ile maveraya yükselişini gerçekleştirir.
Tutku, heva-hevas ve ihtiras kalbi karartır. Onunla birlikte ruhu ve bedeni fesada uğratır. Oruç, dirilişi gerçekleştiren kulluktur. Hırs ve ihtiras öldürür, oruç ise yaşatır. Hayatı inşa eder, iki cihana azık olur. Oruç, ‘vadiler dolusu altına’ sahip olanı ‘hiç’liğe taşır. Varlığını insana hatırlatır. Kanaat ise, insana kendini sorgulatır. Geçici ve yok olucu eşyanın faniliğini öğretir. Fâni olan Hakk’ın murakabesi altında selim insana dönüşür. O insan ki, aklıyla vicdanıyla kendinden başka herkesi düşünür. Adeta bütün insanlığın yükünü sırtlanır. Onların ıstırap ve sıkıntılarına tâlip olur.
Kanaatsızlık, insanı yüzsüz ve arsız bir tüketiciye düşürür. Böylece insanî nefis, mertebe kaydeder; hayvanlar gibi, ‘belki de onlardan daha aşağı’ bir düşüş yaşar.
Seviye kaybetmemek için sahip olana kanaat etmek gerekir. Elinde olan, zenginliğin işaretidir. Sahip olduğunun kıymeti bilmek, kanaat etmektir. Oruç yetinmek ve tutunmak için kanaat hasletini kazandırır. Kanaatkârlık Yüce Nebi’nin (s) ifadesiyle ‘gönül ve kalp zenginliğidir’ (Buhârî, Riḳāḳ, 15; Müslim, Zekât, 120). Bu zenginlik cihanı satın alır. Böylece öte cihanda Nebi ve Resullerin Şahı’yla (s) buluşturur.
Kanaat, şükrün tecellisidir. ‘Tükenmeyen hazine’ kanaat, insana servet sahibi olduğunu hatırlatan en güzel erdemdir. Bir âlimin ifadesiyle ‘Kanaat kalptedir; kalbi zengin olanın eli de zengin olur, kalbi yoksul olanın mal zenginliği kendisine fayda sağlamaz’ (İbn Hibbân-TDV İsl. Ans.-M. Çağrıcı)
Zühd, kanaatla başlar. İç dünyası zâhid olanın dış dünyası da zâhiddir. Kanaatkârlık, ramazanda daha bir güzeldir. Haline razı olan kanaat ehli, orucun görünmeyen manevî kırbacıyla nefsi terbiye olunur. Bu öyle bir terbiyedir ki, adeta Allah’ın Resulü’nün (s) gözetiminde bir eğitimi akla getirir. Ashab-ı Suffa’nın Mescid-i Nebevî’deki sade hayatı, zâhid duruşu hatırlatır.
Kanaat, meşru ve helal olanı talep etmektir. Kendisine ait olmayan, başkasının malı mülkü, mülkiyeti, kanaat sahibinin gündeminde değildir. O, Hakk’a kul olmanın peşindedir. Kulluğun en ihlaslı yaşandığı savm günleri, azla yetinmenin, gerektiği kadar sahip olmanın duygusunun en yoğun yaşandığı zamanlardır.
Tamahkârlığın zehri kanaatkârlıktır. Zihin ve kalp, kanaatin nefesiyle beslenir. Aksi takdirde zillet vardır. Zillet halini yaşamamak için kanaatkârlığın izzetine sığınmak lazımdır.
Nebevî erdemlerin başında gelen cömertlik, kanaat erdemini güçlendirir. Yoksulluk ve fakirlik korkusu, kanaatin zenginliğiyle zâil olur. Oruç insana bu yüce duyguyu yaşatan hakikat terbiyecisidir. Nefsin azgın duyguları orucun kanaat azığıyla/gıdasıyla beslenir ve güçlenir. Böylece yıkılmayan kaleler gibi olan mutmain nefis, şehvetin ve şeytanın ayartmasından emin olur.
Kanaat, insana onur ve şeref kazandırır. Zira bu erdeme sahip olan kimse, başkasının kulu ve kölesi olmaz. Hakk’ın sevgili kulu olmak, onun için özgürlüğün zirvesidir. Hürriyet, nefsine sahip olmaktır. Nefis, iffetle hayrın murakabesi altına girer. Edep ve haya, bu anlamda kanaatin yol arkadaşlarıdır. Utanma duygusu, kulun fiil ve davranışlarının en büyük koruyucusu ve bekçisidir.
Hırs, tamah ve ihtirasın okları, kanaat zırhını delemez. Oruçla kavileşen kanaat, doymayan gözü doyuran en büyük kilittir. Doyumsuz ve tatmin olmayan nefis ve hazlar, orucu muhafaza eden kanaat kilidiyle bedenin madde kafesine hapsedilir. Öncelikle içte bir hesaplaşma yaşanır. İç muhasebe sonucunda, beden ve ruh kirleri dışa yansımadan Allah için tutulan oruçla tımar edilir. Hayra ve iyiye kalp olur. Bu aslından insandaki ruhsal değişimin bir kanıtıdır. Ruha yönelik her türlü ahlâk ve erdem dışı saldırı, orucun verdiği ruhî dönüşümle en yüksek iyinin gerçekleşmesine sebep olur.
İyiyi istikametinden ayıran, şerdir. Her şer, bir hayrı yok eder. Hayrın galip olması, faziletin yaygınlık kazanmasıyla mümkündür. Fazileti ortaya çıkaracak olan da nefsin şerlerden arınmasıyla gerçekleşir. Yani bir anlamda ruhun özgürlüğe kavuşmasıdır. Ruhun beden kafesinden özgürlüğe kavuşması, erdemlerle bezenmesiyle gerçekleşir.
Ruh özgürlüğüne düşkünse, başkasından talepte bulunmaz. Bu kapsamda isteyen olmamak esastır. Vermek, paylaşmak ve dağıtmak, hâsılı kanaatkâr olmak şeref ve izzet getirir, bununla kul aziz olur. Aksine istemek ve dilenmek ise, zilleti çağırır, böylece hırslı olan da zelil olur. Mutlu olmanın reçetesinde istemek yer almaz. Saadet, vermekle ve dağıtmakla gerçekleşir. Mutlu toplum da, nihayetinde İslâm filozofu Fârâbî’nin dediği gibi, erdemli cemiyetle inşa edilir.
İhtiyacı olana malik olan veya hiçbir şeye sahip olmayanın, bir yükü olabilir mi? Allah’tan başka hangi güç ve kudret, bu insana itaat ettirebilir? Kanaat, başkasına itaat etmemektir. Oruç da, nefsin Hakk’tan başkasına kulluğunu reddetmektir. Kanaatsiz oruç, oruçsuz kanaat mümkün değildir. Her ikisi de birbirinden beslenen ilahî olgulardır.
Rızık ve nasip, Rahman’ın elindedir. Allah, mülkünden dilediğine, dilediği kadarını verir. Azaltıp kısarak, kullarını kanaat imtihanıyla sınar. Nitekim salihler ve sıddıklar, kanaat nimetiyle mükafatlandırılırlar.
Kanaat, israf kapısını kapatan bir kilittir. Bu kilit, oruçlu da dahil herkesi savurganlık tuzağından korur. Bilinmektedir ki, savurganlık bereketsizliği getirir. İnsanı muhtaç duruma düşürür. Aksine ihyacı olana vermek, kanaat sahibinin özelliğidir.
Kanaatkâr, dünyanın faniliğinin bilincinde olarak ‘oyun ve eğlenceden’ uzak bir hayatı rehber edinir. Hakikat âlemini keşfetmek için gelip geçici olana itibar edilmez. Kanaatkâr, ebedî hayatın vuslatına tâlip olur. O, şu ilahî mesajı hiç unutmayan, adeta onu düşünen/yaşayan ve hedefleyendir: ‘Nefsânî arzulara, (özellikle) kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılınmıştır. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer, Allah’ın katındadır.’ (Al-i İmran, 14)
Kanaat, bereket demektir. Olanla yetinen, tıpkı oruçlu gibi, olmayana sahip olur. Hırs, bereketi götürür. Malın çokluğu, her zaman bereketi getirmez. Karun’un serveti, kanaatten yoksun olduğu için, bereketten nasiplenmedi. O Karun ve benzerleri ki, ‘malın kendilerini ebedileştireceğini’ zannettiler.
Yine Kızıldeniz’de boğulan da dünya tanrısı Firavun değil miydi? Nemrut, kanaatkâr İbrahim’e bereketi veren Kahhâr’ın dünyadaki azabına muhatap olmadı mı? Nefsin kanaati olan helal ve meşru olanı/iffeti tercih etmeyen Züleyha, Yusuf’un zindandaki bereketini engelleyebildi mi? O bereket ki, Firavun’u Yusuf’a itaat ettirdi.
Yusuf’u Mısır’ın ‘aziz’i yapan kanaatkâr olmasıdır. Kardeşlerini affetmekle şereflendiren Yusuf, babası Yakub’a vuslat bereketiyle kavuşur.
Sultanlık makamındaki veren kanaatkâr el, isteyen, dileyen, talep eden ele her zaman hükmeder. Onun için ‘veren el daha hayırlıdır’. Veren el, kanaatkâr eldir, alçalmaz, küçülmez. Onun karakteri izzet ve iffetle inşa edilmiştir. Bundan dolayı, o ilahi metafizik sürecinde bir seyyahtır. Mal, mülk ve bunlara tamah etmek, onun hayat risalesinde yoktur. O, kanaat kitabına sahiptir.
Biriktirmek, kanaati yok eder. Nitekim oruç tutmak da, vücutta biriktirmeyi reddetmek değil midir? Biriktirdikçe azalma yaşanır, dağıttıkça çoğalma ve bereketlenme olur. İlahi nizam bunu gerektirir.
İhtiyacından fazlasını veren kanaat insanı, şükür ve sabra taliptir. Çünkü o kazanmak ister. Hüsran zindanlarına düşmemek için, iman ipine sımsıkı sarılıp sabrın bereketiyle şereflenmeyi arzular. Zarar ve ziyan ise, fazla olanı tutmaktır. Bir anlamda kanaati ve bereketi itelemek, şükrü unutmaktır.
Mevlânâ Celaleddin Rumî’nin dediği şu hikmetli sözler, bu hali ne güzel tasvir etmektedir: “Kanaate ermekle hiç kimse canından olmadı. Hırs ile de hiç kimse sultan olmadı. Allah ekmeği domuzlardan, köpeklerden bile esirgemiyor. Şu bulut ve yağmur insanların kazancı değildir. Sen nasıl rızka düşkün, rızkı arayan bir âşık isen rızık da sana âşıktır. Sen rızkın peşinde koşmasan da o senin kapına gelir. Fakat sen onun peşinde koşarsan, başına belâ olur, sana ızdırap verir.” (Mesnevî, c. V, beyt: 2398-2401)
Kanaat, kendinden zengin ve üstün olana bakmamaktır, ona imrenmemektir. Nasıl ki, zengin olan sâim, kendinden zayıf olan fakirin halini yaşamaya talip ve istekli oluyorsa, kanaatkâr da fazlasını istemeyerek zengin olana öykünmüyor. O biliyor ki, şükür ve sabır merdivenin basamaklarını çıkmak, yokluğun ve çaresizliğin halini yaşamak olan kanaatkâr oruçlu için kolaydır. Bedenin kanaati bu anlamda oruçtur.
Oruç, Hakk’ın rızası için, vücuda, her türlü helal ve haramın girmesini -belli süreler için- engelleyen bir kilit gibidir. Orucun kilidi, bu anlamda kanaattir.