Ortadoğu’nun Kendine Gelişi
Buradan bakınca, bu hiçbir zaman olmayacak gibi görünüyor. Ama değil mi ki gerçekleşmeyeceğini bilse de temenni etmekten kendini alamayana insan deniyor, varsın hayal edelim, hayalimizle baş başa kalalım. Belki o zaman biraz geliriz kendimize, belki biz hayallerimizin peşinden gidemedik, onun bizi götüreceği yere yönelemedik ama o bizi çeker alır bir gün kollarına.
İkinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde, 1932’de Avrupa için söylemiş bu sözü Zweig, büyük bir karamsarlıkla, o bütün dünyayı kasıp kavuran, taş taş üstünde bırakmayan, binalarla birlikte insan gövdelerini, ağaçlar, kuşlarla birlikte insan ruhunu da buharlaştırıp uzak iklimlere, belki bir daha hiç dönmeyeceği bilinmedik vadilere sürükleyip bırakan savaşın ayak seslerini duyar duymaz… Öngörünün üstünden daha on yıl bile geçmeden birbirine doğrultulmuş silahlar patladı ve Avrupa kıtasının özene bezene yarattığı, büyüttüğü, emzirdiği insanlığın ortak aklına ait ne kadar değer varsa hepsi de o toz duman arasında kaybolup gitti. Bir bakıma, Amerikalı antropolog Diamond Jared’in “bereketli hilal” dediği, Fırat’ın, Dicle’nin, Nil’in berrak sularıyla şenlenmiş o devasa vadiden, o insanlığın şehirleşmesinin başlangıç noktasından, Ortadoğu’dan başlayan insanlık koşusunun Avrupa ayağının tutkularına kapılarak yere kapaklanması, elindeki pusulayı çamura düşürmesinin en somut örneklerinden birini yaşadı insanlık böylece. Bununla birlikte, Avrupa o savaştan kendine düşeni aldı ve o gün bugündür bir daha elindeki silahı kıtadaşlarına doğrultmadı. ABD’yi yanına alarak savaşın dehşetini bir kıtadan ötekine, bir memleketten diğerine taşıdı durdu. Durmadı, hala devam ediyor ateş etmeye, işaret parmağı durmadan dinlenmeden ha bire tetiğe basıyor ve yorulmuyor. Yaratılış amacı nedir, tam bilinmez belki ama, savaşı alışkanlığa dönüştüren Avrupalı için işaret parmağının en etkili kullanıldığı yerin tetikçilik olduğu gönümüzün en büyük gerçeklerinden biridir. Kendisi yorulunca da silahlar hiç susmasın, gökyüzü bir saniye bile suskunluğu tatmasın için tetikçilerini devreye koyuyor ve bermutat dünyanın bir başından ötekine düzenli atışlarla doğa, insan ve ruh katledilip duruyor. Üstelik öylesine bir alışkanlığa dönüştü ki savaş, Rusya ve Çin üzerinden Asya’ya da sıçradı ve Avrupa ile Kuzey Amerika dışında silahın patlamadı, yeryüzünün delik deşik edilmediği tek bir toprak parçası kalmadı. Zweig’ı dinleyelim: “Yirminci yüzyılın dünyası gizemden yoksun bir dünyadır. Bütün ülkeler araştırılmış, en uzak denizler bile köşe bucak keşfedilmiştir. Daha bir kuşak öncesine kadar insanların huzur ve özgürlük içinde yaşadığı varlığı bilinmeyen ülkeler artık Avrupa’nın gereksinimlerini karşılamak üzere sömürgeleştirilmiştir, buharlı gemiler Nil’in onca zamandır ulaşılamayan kaynaklarına kadar gidebilmektedir, bir Avrupalı gözünün ilk defa elli yıl önce görmüş olduğu Victoria Şelaleleri artık ehlileştirilmiş elektrik üretmektedir, insan eli değmemiş son yabanıl ormanlar olan Amazon Ormanları’na da girilmiş, bakir kalmış tek ülke olan Tibet’in bekaret kemeri kırılmıştır.”
Avrupa’nın İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte insanlığa hayvani bir mirasıdır kolektif ve acımasız savaş. Elbette başından, en başından beri, ilk insandan günümüze, kötülüğün olduğu her hissediş bir şekilde yolunu bulup ötekine zarar verdi ve elbette insanın içindeki hayvan egosu şiştikçe bulacak muhatap, zaptetilecek toprak arıyor kendine ama bunun kitleleşmesi, kendi dışındaki bütün coğrafyalara yayılması/taşınması, sivil-asker ayrımı yapılmadan kitle imha silahlarının kullanılması, şehirlerin bile korunaklı olmaktan çıkıp enkaza dönüştürülmesi Avrupa yüzünden olmuştur. 20. Yüzyılın başında Avrupa’dan bütün insanlığa bulaşan bir güvensizlik var, o güvensizlik karamsarlığa, o karamsarlık sinir bozukluğuna, o sinir bozukluğu kabalığa, o kabalık da çatışmaya götürüyor ne yazık ki. Ne yazık ki sureten zarif olanın kabalığı çok daha kalıcı oluyor, izi çok daha uzun süre kalıyor bellekte.
Günümüzün en güvensiz coğrafyası Ortadoğu… Sadece Batı üretimi mayınların yeraltına gömülüp yerin üzerindekileri her an canından edebileceği toprağa özgü bir güvensizlik değil bu. Aynı zamanda, insan ruhuna öylesi mayınlar döşendi ki insanın insana kazık atmasının, ihanetinin nerede, ne zaman patlayacağı kestirilemiyor. Nerden nereye geldik biz? Neydik, ne olduk? En güvenilir yersel ve göksel kaynakların üstüne oturmuş, en güvenilir kaynaklardan ilham alan bir medeniyetin mensupları yazık kin kendilerine hiç güvenilmeyecek bir iç dünyaya sahip şimdilerde. Güvensizlik korkuyu besledi Ortadoğu’da, korku karamsarlığa dönüştü. Bugün, devlet adı söylemeye gerek yok, ait olduğu devletin yönetiminden korkmayan, sonuna kadar haklı da olsa eleştirilerini çatır çatır söyleyebilen ve bunun cezaya dönüştürülmediği hangi ülke vatandaşı var? Komşusu kapısını çaldığında sorgusuz açacak hangi iç dünya var? Dışarıdan gelen yolcuya korkmadan bir tas su uzatacak kaç el kaldı coğrafyamızda? Ve korku sinir bozukluğu yarattı, bizi sebepsiz sevenlerin ardında bir art niyet arıyoruz. Sebepsiz el uzatanlardan faturası nerde diye soruyoruz. Elbette kabalık aldı başını gitti coğrafyamızda; o kadar ki küçücük bir olayı vesile kılıp bağırıp çağırıyor, hemen ötekinin sınırlarını ihlal ederek fiziksel şiddete hazır bekliyoruz. Ne adalet, ne liyakat, ne hak, hukuk kaldı. Amirler sonuna kadar ufuksuz, iş bilmez, mobbingçi, zulmiçre, astığı astık, kestiği kestik; memurlar sonuna kadar idealden yoksun, diğergamlıktan habersiz, iştahsız, yorgun, serazat… Sonrası malum, evde çatışma, sokakta çatışma, şehirde çatışma, sınırda çatışma, bölgede çatışma, kıtada çatışma, savaş…
Ne oluyorsa oluyor, en sukünetli toplumlar bile bir vesile bulup ellerindeki işi bırakıp silaha sarılıyor.
Ortadoğu kendinde değil. Bir el onun içindeki bütün güzel şeyleri almış, hipnoza uğratmış, ruhunu çalmış. Dudakları hareket ediyor, kendi konuşmuyor. Bakıyor, gören kendi gözleri değil. Düşünür gibi yapıyor, eyvah başkasının aklıymış… Bir el, tarihin bir döneminde ansızın ona dokunmuş ve onu başka birine dönüştürmüş; başka, yabancı... Kendine yabancı, çevresine yabancı, ülkesine, coğrafyasına, insana ve insanlığa yabancı... Bir el onun sağ omuzundaki meleği susturmuş, sol omuzundakinin gözlerini sonuna kadar açmış... Bir el onun ruhunu kapıp yerine kendi ruhunu koymuş, zehirli ruhunu... Yabancıya, yabancı diyen…