Ortadoğu yeni bir savaşın eşiğinde
“Geçmişini unutan toplumlar geleceğine yön veremez” düsturundan hareketle zaman zaman geriye dönüşü olmayan olaylar silsilesinin tekerrür etmemesi için hiç eskimeyen medeniyet pınarlarından beslenmek gerekir. Yaşantımız fıtrat gereği “hafıza-i beşer nisyân ile malûl” olsa da, tarihimizin karanlık ve aydınlık sayfalarını çevirip ders alarak, ayakta ve hayatta kalabilmenin en önemli gıda olduğunu unutmamak ve unutturmamaktır.
İşte bu bakış açısıyla ortaya eserler koyan Prof. Dr. Tufan Gündüz hoca ders niteliğindeki “Büyük Olayların Kısa Tarihi” isimli iki ciltlik kitabıyla okuyucuya bir fırsat sunuyor.
Zaman hızla akıyor. Gündelik yaşamın değişen hızı tarihe bakışımızı da etkiliyor. Daha birkaç gün önce, belki de canlı tanığı olduğumuz önemli bir olay birkaç hafta içinde unutulup gidiyor; yerini yeni olaylara, yeni tartışmalara, yeni yaşamlara bırakıyor. Bildiğimizi sandığımız hatta tanıklık ettiğimiz pek çok olayı hatırlamakta bile güçlük çekiyoruz. Zamanın silip götürdüğü şey sadece tarih olmuyor; hafızamız da uçup gidiyor. Geçmişe dayalı ilhamımız da arada kayboluyor.
Olayları yine ve yeni baştan okumaktan ne kaybederiz?
Zaman o kadar hızla geçiyor ve olaylar o kadar çok değişkenlik gösteriyor ki, tarihe dair tanıklıklar, hatırlamakla eş olarak kullanılıyor. Sonra hatıralar da yavaş yavaş siliniyor ve büyük bir boşluk meydana geliyor. Fakat durum burada tarif ettiğimiz kadar vahim değil; çünkü insan bu defa kendisini çizginin dışına iten tarihi boşluğu doldurmanın gayretiyle yeni hikâyeler üretiyor. Hikâyeler masallara, masallar efsanelere dönüşüyor. Daha düne dair hatırladıklarımız, efsanelerle örülmüş, şahıs, zaman ve mekân kaymalarına uğramış yepyeni tarih olgusu olarak yeniden inşa ediliyor. Böylece boşluklar dolduruluyor, tarihe dair hikâyemiz yine kendi düzeninde devam ediyor.
Tarih bazen mecra değiştirip intikam sahası haline gelebiliyor. Tarihin ve insanın doğasında olan çatışma, kurgusal yapısından çıkıp kin ve nefret söyleminin odağına yerleşebiliyor. Kaynağını tarihten alan çatışmalar kendi insanını tüketmekten, enerjinin boş yere harcanmasından ve kan kaybetmekten başka işe yaramıyor. Tam da bu noktada “yanı başımızda duran tarihin ne kadarını biliyor ya da hatırlıyoruz?” sorusu ciddiyetini her zaman muhafaza ediyor. Çünkü zihnimiz bize her zaman yeterince yardımcı olmuyor. Kendi cephemizden yaptığımız değerlendirmeler ise bizi yanıltmaktan öteye geçmiyor.
İşte bu yüzde geçmişe dair yaşadıklarımız, tanıklıklarımızı, gördüğümüz ve geçirdiğimiz olayları yine ve yeni baştan okumaktan ne kaybederiz? Okumanın insana her zaman değer kattığı ve yeniden hayata döndürdüğüne olan inancımızı kanıtlamalı, tarihin önemli bir ilham kaynağı olduğunu, zamanı yakalamamıza yardımcı olduğunu idrak etmeliyiz.
“Büyük Olayların Kısa Tarihi”nde aydınlanma
Bu bakış açısıyla “Büyük Olayların Kısa Tarihi” isimli eserini kaleme alan Prof. Dr. Tufan Gündüz, okuyucu tarafından yoğun ilgi görmesinin ardından tekrar bilgisinin zekatını vermek için kağıda kaleme sarılmış. Kendi etrafında meydana gelen olaylara karşı merak uyandıran “Büyük Olayların Kısa Tarihi” isimli kitabının ikincisini Yeditepe Yayınevi kanalıyla okuyucusuyla buluşturmuş.
Her yıl gündeme gelen 24 Nisan 1915’te ne oldu? 2. Abdülhamid’e suikast, Atatürk-İnönü çatışması, Ayasofya’nın müzeye çevrilmesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti, Kennedy ailesinin dramı, Lozan Antlaşması, Iraklı Mülteciler ve diğerleri çok uzak tarihlerde meydana gelen olaylar değil. Yine de unutulup gidiyor hafızalardan.
Gerginlik ve suçlamalarla sürüp giden İran-ABD ilişkisinin arasında sıkışmış olan Kontra Skandalı’nı ve bunlar gibi daha yüzlerce olayı neredeyse hatırlamıyoruz. Troçki’nin Türkiye’ye Sürgünü, 1968 Olayları, Prag Baharı, Macar İhtilali, Beat Kuşağı kendi romantizmi içinde yanı başımızda dururken Millet Mektepleri’nin açılması, Almanya’ya işçi göçünü unutulup gitti. 1991’de meydana gelen ve onlarca Türkmenin öldürüldüğü Altınköprü Katliamı’nı ise belki de çoğu kimse bilmiyor. Tarihimizin dönüm noktalarının anlatıldığı “Büyük Olayların Kısa Tarihi” tam da bu anlamda bir hafıza tazeleme fırsatı sunuyor.
3. Dünya Savaşı’nın artık patlak vermesi an meselesi
İran Devrim Muhafızları’na bağlı Kudüs Gücü Komutanı Tümgeneral Kasım Süleymani ve Haşti Şabi’nin Genel Kurmay Başkanı El Mühendis’in Irak’ın başkenti Bağdat’ta öldürülmesiyle Ortadoğu’da el bombasının pimi çekildi.
Müslümanlar, Körfez Savaşı, Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ve ardından devreye sokulan Arap Baharı ile topyekûn ve uzun bir operasyona tabi tutuldu. Milyonlarca insan yerinden, yurdundan canından oldu. Süleymani’nin öldürmesiyle Ortadoğu’daki gerilim başka bir safhaya geçti. Parça parça yaşanan 3. Dünya Savaşı’nın artık patlak vermesi an meselesi.
Fakat bu savaşın diğerlerinden farklı bir yönü var; kim haktan, kim bâtıldan ayırt etmek çok zor. Ortadoğu’da savaş tamtamları çalarken tarihin sayfaları arasında unutulmaya yüz tutmuş olaylar silsilesinde cereyan eden ince detayları tekrar hatırlayalım.
***
İRAN’DA CIA DARBESİ (1953)
1953 Martı’nda CIA görevlisi Kermit Roosevelt, İran’a gizlice girerek Başbakan Muhammed Musaddık’ı devirmek için çalışmaya başladı. Operasyonun adı TP-AJAX’tı. Roosevelt, politikacılara, dini liderlere, gazete müdürlerine ve gazetecilere Musaddık’a karşı kampanya başlatmaları için rüşvetler dağıttı. 1953 yılı Ağustos’unda Tahran sokaklarına dökülen kalabalıklar, Başbakan Muhammed Musaddık lehine sloganlar atıyorlar, dükkânları yağmalıyorlar, camileri ateşe veriyorlar, etrafta ne varsa kırıp döküyorlardı. Görünürde Başbakan Musaddık’ı sevenlerdi bunlar fakat gerçekte İran’da askeri darbenin ayak izleri duyuluyordu…
***
1957 SURİYE KRİZİ
6 Ağustos 1957 yılında Suriye Savunma Bakanlığı’nın Sovyetler Birliği ile yaptığı antlaşmanın mahiyetinin ortaya çıkması, Türkiye’yi ciddi bir şekilde rahatsız etmişti. “Eğer savaş patlak verirse biz Türkiye’ye daha yakınız. Silahlar ateşlenmeye başlandığında düşünmek için vakit çok geç olacak.” Bu sözler Sovyet Komünist Partisi Genel Sekreteri Nikita Kruşçev’e aitti ve Türkiye bir kez daha Sovyetler tarafından açıkça tehdit ediliyordu…
***
İRAN İSLÂM DEVRİMİ
16 Ocak 1979’da Şah Muhammed Pehlevi ve ailesi geçici olarak yurt dışına çıktı. Artık her şey bitmiş, İran’da monarşi sona ermişti. 1 Şubat 1979 günü Paris’te sürgünde yaşayan Ayetullah Humeyni, İran’a döndü. 30-31 Mart 1979’da yapılan halk oylamasının sonucunda İran’da monarşi yönetimine son verilerek İran İslâm Cumhuriyeti ilan edildi. Humeyni artık İslâm Devrim Konseyi’nin başı idi. Bu gelişme İran’ın iç ve dış politikasındaki köklü değişimlerin başlangıcıydı. Ortadoğu’daki İran faktörü boyut değiştiriyordu…
***
444 GÜN İŞGALİ
İran İslâm Devrimi’nin ilk aylarında devrik Şah Muhammed Rıza Pehlevi’nin Amerika’ya sığınması İran’ı çileden çıkarmaya yetmişti. Amerika’dan Şah’ın iadesi talep ediliyor ancak olumlu cevap alınamıyordu. 4 Kasım 1979’da Tahran’da Amerikan büyükelçiliğini işgal eden öğrenciler, elçilik çalışanlarını rehin aldılar. Tüm dünya bunun sıradan bir öğrenci eylemi olduğunu sanıyor, 444 gün sürmesini hiç kimse beklemiyordu…
***
İRAN-IRAK SAVAŞI
Irak-İran sınırı 1639’da Osmanlıların imzaladığı Kasr-ı Şirin Antlaşması’yla belirlenmiş, son olarak 1913 yılında bazı küçük düzenlemeler yapılmıştı. Ancak Osmanlıların bölgeden çekilmesi üzerine problemler yeniden baş göstermişti. İran ile Irak arasında özellikle Şattülarap bölgesi üzerinde ciddi bir rekabet bulunuyordu. Burası Dicle ve Fırat nehirlerinin birleşerek Basra Körfezi’ne döküldüğü, zengin petrol yatakları bulunan geniş bir platoydu. 22 Eylül 1980 günü Irak ordusu üç koldan İran topraklarına girdi. Böylece sekiz yıl sürecek ve bir milyona yakın insanın kaybedileceği İran-Irak savaşı başladı…
***
İRAN-KONTRA SKANDALI
1986 Kasım’ında Lübnan’da yayın yapan eş-Şira adlı derginin 1984’ten beri Amerika Birleşik Devletleri’nin İran’a silah sattığı yazması inandırıcı görünmemişti. Çünkü Amerika 1979’dan beri İran’a silah ambargosu uyguluyor; İran da Amerika’yı en büyük düşman olarak görüyordu.
Fakat Irak’la savaş halinde olan İran’ın silahlarının çoğu Amerikan menşeliydi. İran her ne kadar 1981’den beri İsrail üzerinden silah temin ediyorsa da yetmiyordu. İranlı silah tüccarı Manuçehr Gorboni Lübnan’daki Amerikalı rehinelerin kurtarılmasına karşılık İran’a silah satılması önermesi Amerikalı yetkililer için cazip bir teklif olarak görünüyordu. Çünkü İran’ın Amerikan silahlarına bağımlılığının devam etmesi Amerikan çıkarlarına uygundu. Bu işi bir aracı gerekiyordu; o da İsrail Devlet Başkanı Şimon Perez’di.
Perez’in gayretleri sonuç verdi. Manuçehr Gorbani ilk silah teslimatını 1985 yılının Ağustos’unda aldı. Kayıtlara göre, İran 1985-1986 yılları arasında 2500’den fazla TOW Füzesi, 96 TOW Tanksavar Füzesi; 18 Hawk Uçaksavar Füzesi ve 250’den fazla Hawk Füzesi yedek parçaları satıldı.
İlk başta eş-Şira dergisinin haberi yalanlansa da, İran doğrulayınca Ronald Regan skandalı kabul etmek zorunda kaldı. Ne var ki, silah ve paranın gücü “Düşman Müttefik” deyimini ortaya çıkarmıştı bile…
***
KÖRFEZ SAVAŞI
1988 yılında sona eren İran-Irak Savaşı, Ortadoğu’da yeni bir gücün doğmasına yol açmıştı. Irak savaşın galibi değildi, fakat ABD, Sovyetler ve Arap dünyasından aldığı destek sayesinde büyük bir silah gücü ve güçlü bir orduya sahip olmuştu. Saddam Hüseyin’e göre Irak, Arap dünyasını İran tehdidinden kurtarmak için savaşmıştı. Ve bunun karşılığı olarak borçları silinmeliydi. En büyük borçlanma Kuveyt’e yapılmıştı. Fakat Kuveyt borçların silinmesine yanışmıyordu. 1 Ağustos 1990’da Irak kuvvetleri aniden Kuveyt’i işgal etti. Birleşmiş Milletler’in baskılarına rağmen 28 Ağustos’ta Kuveyt’in Irak’ın 19. Vilayeti olduğu açıklandı. BM Irak’a Kuveyt’i boşaltması için 15 Ocak’a kadar süre tanıdı. Fakat Irak bunu dikkate almadı. 17 Ocak 1991’de 28 ülkenin meydana getirdiği dokuz yüz bin kişilik koalisyon gücü “Çöl Fırtınası” adıyla Irak’a karşı büyük bir harekât başlattı.
16-17 Ocak 1991’de gece yarısı televizyonlarının karşısında olanlar Bağdat’ın bombalandığını naklen izlediler. ABD ve koalisyon kuvvetleri Irak’a karşı karadan ve havadan saldırıya geçmişlerdi ve Irak, Kuveyt’i işgalinin bedelini ağır ödüyordu.
***
ALTINKÖPRÜ KATLİAMI
28 Mart 1991’de akşamüstü, Kerkük şehrine 45 kilometre mesafede bulunan Altınköprü kasabasında kapılar sert bir şekilde dövüldü. Gelenler Irak ordusuna bağlı askerlerdi. Genç-yaşlı tüm erkekleri arıyorlardı. Kimse ne olduğunu anlayamamış, ne olacağını kestiremiyordu. Irak’ta bir Türkmen kendi Saddam Hüseyin’in ordusu tarafından kuşatılmıştı.
Hiçbir ayaklanma veya taşkınlığın içinde yer almamış oldukları halde genç-yaşlı tüm erkekleri toplamaya başladılar. Akşam karanlığı çökerken, Irak güçleri tarafından kelepçelenen 102 Türkmen bilinmeyen bir yere götürüldü. Altınköprü operasyonundan 15 gün sonra Dibis kasabası yakınlarındaki Dibis deresinde kurşuna dizilip üst üste yığılmış insan cesetleri bulundu. Sonunda korkulan olmuştu; kabasının neredeyse tüm erkekleri katledilmişti.
Bu sırada dünya kamuoyu İran’a ve Türkiye’ye sığınan Kürt isyancıların durumuyla meşguldü. İsyancı Kürtleri, Saddam’ın gazabından korumak için Çekiç Güç oluşturan uluslar arası güçler 36. Paralelin kuzeyini güvenli bölge ilan ederken, Türkmenlerin yürek yakan ağıtlarını kimse duymadı…
***
SREBRENİTSA KATLİAMI
1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi, Yugoslovya Federasyonu’nda çözülmenin başlangıcı oldu. Ama asıl problem Bosna-Hersek’in 3 Mart 1992’de bağımsızlığını ilan etmesiyle ortaya çıktı. Boşnakların bağımsız bir devlet haline gelmesini istemeyen Sırplar Saraybosna’yı kuşatıp, şehri bombardımana başladılar. Çatışmalar hızla bütün Bosna-Hersek’e yayıldı. 1995 yılının Temmuz’unda Avrupa’nın ortasında yaşanan katliam tüm insanlığı dehşete düşürmeye yetti. Srebrenitsa’da Sırp paramileter güçler tarafından 8372 kişi birkaç gün içinde katledilmişti…
***
TARİH BİZİ ÇAĞIRIYOR
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, “Dua’sız, üşürmüş yürekler; / Sana bir dua eden olsun, / Senin de bir dua ettiğin, / Bilemezsin hangi kırık gönlün duasıdır, / Karanlıklarını aydınlatan, / Sana ummadık kapılar açan, / Bilmezsin kimin için ettiğin duadır, / Seni böyle ayakta tutan” dizeleriyle bizlere ne güzel öğüt veriyor. Ve çıktığımız bir yolculukta Mevlânâ’nın bu ifadeleri Boşnak bir teyzenin sözlerinde mâkes bularak gönül hanemizi gül bahçesine çeviriyor. Hikâyeye bütün benliğiyle tanık olan Prof. Dr. Tufan Gündüz hocadan dinleyelim:
“Bu anlatacaklarım Bosna Hersek’te bizzat yaşadığım bir olay. İlk bahsettiğimde herkes, ‘hocam bu olayı siz mi hikâyeleştirdiniz?’ demekten kendini alamıyordu. Fakat bu hadiseyi Bosna’da bulunurken, orada görev yapan askerlerimizden bizzat dinledim.
Bizim orada görev yapan askerlerimiz küçük istihbarat evleri şeklinde görev yapıyorlar. Asıl büyük birimler Saraybosna’da bulunuyor. Burada toplanan haberleri de Saraybosna’daki Avrupa Birliği Barış Gücü (EUFOR) bünyesinde görev yapan komutanlığa bildiriyorlar.
Fakat bizim Mehmetçiğimiz özel olarak yardıma muhtaç köyleri, okulları dolaşıyorlar. Eksiklikleri ve yardım edilecekleri listeyle tespit ediyorlar. Daha sonra Türkiye’den paketlenen yardım kolileri askeri kargo uçağıyla ihtiyaç sahiplerine ulaştırılıyor.
Bir gün Mehmetçikler yine bir köye gidip, listeye göre dağıtım yapıyorlar. Köyün ileri geleni diyor ki, ‘Biz size listeyi verdiğimiz sırada yardıma muhtaç olanlardan bir teyzeyi unutmuşuz. Teyzenin evi de biraz tepelik yerde, köyün dışında. Lütfen onun da ihtiyaçlarını giderebilir misiniz?’ Mehmetçiklerimiz ‘hay hay’ diyor. Kar diz boyu, subaylarımız güçlükle de olsa ulaşıyorlar. Kapı çalındığında onları karşılayan teyze daha açar açmaz, ‘Türk müsünüz?..’ diye soruyor. Onlar da ‘Türküz’ deyince, ‘Geleceğinizi biliyordum’ diyor.
Bizim geleceğimizi Afganistan’daki, Somali’deki, Katar’daki, Irak’taki, Azerbaycan’daki, Suriye’deki, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ndeki, Arnavutluk’taki, Lübnan’daki, Bosna Hersek’teki, Kosova’daki, Libya’daki mazlumlar biliyor. En zor günlerinde onları darda, zorda bırakmayacağımızı hissediyor.
İşte biz “İyi dost; iyi günde çağrıldığında, kötü günde çağrılmadan gelendir” düsturunun gereğini yapıyoruz. Bizim sancağın gölgesi onların üzerine o kadar kuvvetli düşüyor ki, biz oralara gitmek zorundayız. Bosnalı teyze bizi nasıl bekliyorsa, onun gibi milyonlarca teyze bizi bekliyor. Çünkü tarih bizi çağırıyor. 600 yıl bu bölgede hüküm sürmüşseniz ve 1000 yıl bu topraklarda hâlâ ayakta kalmışsanız, başı sıkışanların size sığınmasından doğal bir şey olamaz. Bu bizim tarihi görevimiz. Bundan kaçamayız. Türkiye bırakmak istese, o halklar Türkiye’yi bırakmaz.
“Bizim Kosova’da, Libya’da... ne işimiz mi var?” diye soranlara “işte tam da bunun için” cevabını verebiliriz.
Bosna’da bir sempozyumda dolayısı ile bulunuyordum. 22 -23 yaşlarında bir delikanlı yanıma geldi. Tanıştık, koklaştık. ‘Hocam size bir şey anlatmak istiyorum. Sizin televizyonda hislenerek anlattığınız hikâyeyi seyrettim. Hoca çok abartmış diye düşündüm. Defalarca seyrettim. Sonra Bosna’ya bir gidip göreyim dedim. Müslümanlarla gayrimüslimlerin karışık yaşadığı Visoko şehrine yerleştim.
Bir gün Müslüman aile yanıma geldi. ‘Bizim cenazemiz var sizi oraya götürmek istiyoruz’ dediler. ‘Neden ben?..’ deyince, ‘yaşlı bir amcamız vardı, vefat ederken beni bir Türk defnetsin’ dedi. Fakat ben cenaze namazı kıldırmayı bilmiyorum ki. Sadece Fatiha okumayı biliyorum. Cenaze merasimine iştirak ettim ve Fatiha okuyarak o amcanın vasiyetini yerine getirdim. Hocam işte bunları birebir yaşayınca, sizin anlattıklarınızın abartı olmadığını anladım’ dedi.
Evlad-ı Fatihan Bosna’da, Muhammed İkbal’in evlatları Pakistan’da, Şeyh Ahmet Sünusi’nin, Ömer Muhtar’ın torunları Libya’da tarihi sorumluluğumuz gereği bizi çağırıyor, çağırmaya devam edecek.
***
PROF. DR. TUFAN GÜNDÜZ KİMDİR?
Tufan Gündüz, 11 Mayıs 1964 yılında Kayseri’nin Tomarza ilçesinde dünyaya geldi. Tufan Gündüz üniversite eğitimini Gazi Üniversitesi’nde aldı. 1987 yılında Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi Tarih Öğretmenliği Bölümü’nü tamamladı.
Tufan Gündüz, 1996 yılında “Bozulus Türkmenleri 1540-1640” adlı tezi ile doktorasını tamamladı. Tufan Gündüz doçent unvanını 2006 yılında aldı. 2011 yılında profesör unvanı alan Tufan Gündüz, Gazi Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde öğretim üyesi olarak görev yaptı.
Anadolu’da Türkmen Aşiretleri, Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Destanları, Büyük Olayların Kısa Tarihi 1-2, Son Kızılbaş Şah İsmail gibi pek çok kitabı bulunan Prof. Dr. Tufan Gündüz, halen Hacettepe Üniversitesi’ndeki görevinin yanında TRT 1’de yayınlanan “3’te 3 Tarih” programında bilgisiyle katılımcı ve seyircilere tarih bilincini sevdirmeye devam ediyor.