Ortada buluşmak
Toplum farklılıklardan oluşur. Bunun anlamı; ekonomik, sosyal, kültürel vb. olduğu kadar yaş, cinsiyet, eğitim gibi unsurlar ya da değişkenler söz konusu olduğunda toplumda farklı kategoriler hemen ortaya çıkarlar. Farklılıklar toplumsal yaşam için bir yandan işlevseldirler; ama bu farklılıklar bir ayrımcılık ya da adaletsizliği meşrulaştıramaz.
Toplum, eğitim ve kültür açısından da tabakalaşma gösterir. Bunları bizzat kurumsal ve formel eğitim açısından ele alırsak, üniversite, lise mezunları vb. olarak değerlendirebiliriz. Ancak genel bir tasnif yapacak olursak, bugün aydın (entelektüel) ve halk şeklinde iki kategori ayırt edilebilir. Yalnız, okumuş, bilgili olanları belirtmek üzere aydın ya da entelektüel kavramının yerine Müslüman toplumlarda alim kavramı kullanılır.
Alim belli bir dünya görüşünün kavramı olarak öne çıkarken, bilmek ve bu bilmenin gereği olarak eylemek fiillerini de içinde barındırır. Âlimler sivil ders halkalarında yetişirler ve Müslüman toplumların kurgusunda, işaret levhaları gibi topluma yol gösterirler. Bu açıdan âlimler halkın önünde olup, kitabi islamın ve tabiri caizse yüksek kültürün taşıyıcısıdırlar. Âlimler toplumla olan ilişkilerinde bir boyutuyla Gramsci’nin adlandırmasıyla “organik aydın” gibidirler. Bu benzetme âlimlerin halkın değerler dizgesinden kopmadığını ifade eder. Öte yandan âlim belli bir sınıfın temsilcisi gibi hareket etmediğinden, organik aydınla da mesafelidir.
Burada dikkat çekmek istediğimiz ince bir çizgi vardır. Âlimler halkın değerler dizgesine yabancılaşmazlar ama onlara yol göstermek, yanlışları düzeltmek, geleceğe projeksiyon geliştirmek bağlamında halktan farklılaşır ve düşüncelerini toplumla paylaşırlar. Halkta yaygın olan yanlış inanç ve düşüncelere itiraz ederler. Sivil alanda getirdikleri önerileri ile siyasete de seçenekler sunarlar.
Bugün âlimler ilgili temel problemlerden birisi onun kayıp bir figür oluşudur. İmam-ı Azam önemli bir âlim olarak, hem İslami ilimleri bilmekte, hem de toplumda bir entelektüel işlevi görmekteydi. Meselâ; resmi ulema olmayı kabul etmemiş, kendi düşüncelerini ortaya koymuş, bu anlamda bazı sıkıntılara da uğramıştı. Fakat modern zamanlara gelince söz gelimi Osmanlı’da âlim İslami ilimleri öğrenmekle birlikte, entelektüel işlevini kaybetti; Dünyayı anlamlandırma konusunda zafiyetlere uğradı.
Onun yerini Batı’da Aydınlanma’dan mülhem “aydın” aldı. Aydın da, içinde yaşadığı dünyayı anlamlandırma konusunda daha iyi olmakla birlikte, İslam ya da din ile irtibatı daha zayıf bir figür olarak karşımızdadır. Dolayısıyla âlim ve aydının, pratikte belirli zafiyetlerle malül olduğunu söyleyebiliriz.
Yalnız bugün esas tartışma bu figürlerin, kendisine yüklenen görevleri ne derece yerine getirdiğidir. Söz gelimi; aydınlar bugün burjuva yaşam biçimi, küresel dünyayı olumsallayan bir meşrulaştırıcı olarak mı işlev görmektedirler? Ne derece kendisine sunulan düşünsel dünyanın dışına çıkarak önerilerde bulunmaktadırlar? Bu, meselenin birinci boyutudur.
İkincisi ise, özellikle müslüman toplumlarda gözlemlenen bir durumdur ki, âlim ya da aydınların toplumda cari olan görüş ve düşüncelerden farklılaşmalarının, bir “değerden sapma” olarak görülmeye başlamasıdır. Şayet âlim ya da aydın zaten toplumda dolaşımda olan görüş ve düşüncelerin dışında farklı bir şey söylemeyecekse, fonksiyonu ne olacaktır? Zira onun temel görevi, yeni düşünceler üreterek, topluma ve siyasete seçenekler sunmaktır. Topluma yabancılaşmak ciddi bir sorundur, fakat “ortada buluşmak” açılıma engel olur.