‘Onlar daha kalabalıktı’
Hakikat’in temel niteliği, etrafında onu örtme pahasına varolan bütün sahtelik, manipülasyon ve iğvalar karşısında emin bir şekilde hep kendisini göstermesidir. Bu sebeple tarih boyunca, “hakikat”i örtme şeklindeki teşebbüslerin hepsi boşa çıkar. Tarihsel sürece baktığınız zaman, sanki kötülüğün egemen olduğu gibi bir hisse kapılırsınız. Fakat hakikat kendisini göstermeye devam eder.
Kur’an-ı Kerim’in inanmamakla ilgili temel problemi, bunun insanların bir tercihi olması meselesi değildir. Sorun, hakikatin üzerini örtmektir, onu saptırmaktır, başka bir biçimde göstermeye çalışmaktır. Meselâ; paganizm, Tanrı’nın hakikatini saptırarak, başka bir biçimde üstelik de hayali bir temsilini oluşturmak demektir. Halbuki ortada böyle bir gerçeklik yoktur. Esasen bunu sadece “dini” alanda değil, hangi alanda yaparsanız yapın, gerçeklerin üzerini örtme söz konusu olduğunda, kitlesel problemler baş gösterir.
Başlıktaki ifade Ortaçağ’da deli diye damgalanan birisine aittir. Ben karşıdakilere “deli” dedim. Onlar da bana “deli” dedi. Bu atışma böylece sürüp gitti. Fakat “onlar daha kalabalıktı” diyor. Bu sebeple birinci problem, sayıları çok fazla olan kalabalığın ve güçlülerin “hakikat”i belirlemeye çalışmalarıdır. Böylece “hakikat” daha mütevazi dillerden söylenmeye devam etmektedir. Kitleler ise, güç ve kalabalığa bakmaktadırlar.
Bu problemi dünya ölçeğinde biraz daha açalım. Küreselleşme ve tüketim toplumu süreci, bir noktadan sonra dünya ölçeğinde insanların yönetilebilirliklerini daha da hızlandırmakta ve onları giderek kitleselleştirmektedir. Önümüze gelen ve karışıkmış gibi görünen vakaları biraz daha sadeleştirirsek, bu durumu daha iyi görebileceğiz. Zira dünyada mevcut zihniyetin her bakımdan sürdürülebilirliği giderek zayıflamaktadır.
“Hakikat”in kaynağının insan olması, ontolojik olarak insanın merkeze alınmasını sonuçladı. Tabiri caizse, burada insan karşısında Tanrı boşa çıkarılmaya çalışıldı. Hakikat’in kaynağının insan olması, son kertede “gücün” hakimiyetini sonuçlayan bir şeydir. Yani kim güçlüyse, onun dedikleri hakikattir. Dolayısıyla epistemolojik kaynak da artık bizzat insandır. Postmodernlik, hakikati parçalarken herkesin bilgisini kendisi için açık ve bedihi kıldı. Bu bir yönüyle insana özgürlük imkanı açar görünürken, diğer yandan pratikte kalabalık ve güçlü olanın yarattığı dünyayı mümkün kılmaktadır. Yani tüm yaşamın koşullarını yine güç belirlemektedir.
Bilgi, artık dış dünya ile sanal âlem arasında bölünmüştür. Medya tüm versiyonlarıyla bilgiyi, yani güçlülerin ve kalabalıkların bilgisini üreterek kitlelere propaganda yapmaktadır. Bu propaganda, bir yaşam tarzını işaretlemektedir açıkçası. Giderek borçlandırılan kitleler, bir yandan medyanın dünyasında kendisine yer bulmaya çalışarak yaşamak istemekte; fakat evinden dışarı çıktığı andan itibaren karşılaştığı gerçeklik onu yıkmaktadır. İşte tam da bundan dolayı şizofrenik haller yaygınlaşmaktadır; yani dış dünya ile medya arasında bölünmüş kişilikler. Kitleleri borçlandırma, onların dünya ölçeğinde sürüleştirilmesi açısından kullanışlı bir taktiktir. Çünkü bu insanlar sadece biyolojik yaşama mahkum edilirler.
Hayat giderek katmanlaştırılmıştır. Bir başka deyişle, sade bir varlık olarak insan güç yetiremeyeceği yükleri yüklenme konusunda propaganda yemektedir. Fakat bu, insana iyilik yapıyoruz moduyla sürdürülmektedir.
Hakikat’in zayıf bir sesle hayata müdahil olması asla yanıltmamalıdır. Aslında hakikat öylesine kuvvetlidir ki, insanoğlu onu dikkate almadan hareket ettiğinde, durumunu ancak duvara çarptığı zaman fark edebilmektedir. Tam da bu sebeple, Hakikat’in sessiz çığlığını ancak iyi dinleyenler duyabilir.