Öngörülemeyen bir dünya
Bu bir kitap
adının kısaltılmışı. Özgün adı Öngörülemeyen
Bir Dünyada Yaşamak. Fransız yazarın daha önce Dünyanın Ruhu, Yeryüzünün
Acısı, Spinoza Mucizesi gibi
kitaplarını okumuştum. Hepsinde de belli düzeyde hayal kırıklığı yaşadığımız
ifade etmeliyim. Öyle sıra dışı bir anlatımı, etkili betimelemeleri, olaylara
çarpıcı bir yaklaşımı yok. Kitap isimleri bu kadar sarsıcı olup cümlelerinin
bir o kadar sıradan olduğu başka bir yazar tanıyor muyum bilmem. Leoir’nin
kendine özgü bir üslubu veya bakış açısı yok. Onu özgün kılan her halde içinden
geçtiği süreçlere yönelik dikkatli bakışı. Üstelik bu bakış da öyle sıra dışı
ve kışkırtıcı, çoğunluğun göremeyeceği ayrıntıları yakalayacak denli açık bir
bilincin tortulaşmasından mürekkep değil. Yani Lenoir’yi okurken kendinizi uzak
ufukları keşfe çıkmış bir kaşif gibi hissetmiyorsunuz. Size zaten bildiğinizi,
belki biraz daha berraklaştırarak veriyor, o kadar. Olmasa da olur
diyemeyeceğiniz ama olduğunda da kendinizi muhteşem hissedemeyeceğiniz bir
aralıkta duruyor onun metinleri. İsimleri çekmese veya daha sıradan bir
adlandırma olsa belki de hiçbir kitabını okuma zahmetine katlanmazdım. Öte
taraftan öyle sanıyorum ki kitapları kitleler tarafından beğenilerek okunuyor
ve özellikle yolculuklarda, tatillerde, deniz kenarlarında belli bir boşluğu
dolduruyor. Bilemiyorum, belki de benim kitaplarda aradıklarım ile insanların genelinin
aradıkları aynı şeyler değil. Aradığını değil de başka şeyleri bulmak da
aradığını bulmanın keyfini tattırmıyor insana ve galiba mesele bu. Elbette
biraz da bizim neslin, çocukluğu 1970’lerle 1980’lere yayılmış o kitap kurdu,
kitaba aşık ve dünyayı değiştirmenin, ona doğrudan müdahale etmenin kitaplardan
geçeceğini düşünen, uman o hareketli iç dünyaların beklentileri ile günümüz
gençliğinin kitabın olsa olsa can sıkıntısını gidermenin, varolan boşlukları
ahestece doldurmanın bir aracı olarak gören anlayışı arasındaki farktan yol
buluyor Lenoir benzeri yazarların metinleri. Galiba son dönem kitaplar
konusunda yaşadığım hayal kırıklığının temel sebebi bu.
Meselenin bir
başka boyutu da var elbette. Görsellik düşünselliğin alanını kapsadıkça
düşünselliğe özgü derinlik yitimi görselliğe özgü kışkırtıcı yayılmayı
durduramıyor ve okuma zevkinin yerini kendiliğinden temaşa etme zevki alıyor.
Derinlik kaybolunca tutkunun yerini geçici hevesler alıyor. Yazar da kendini bu
duruma ayarlayarak kelimenin çağrışım gücünden ziyade yüzey etkisine bırakıyor.
İsimler muhteşem, bölümlemeler harika, kurgular sorunsuz ama içerikler bomboş…
Düşünsenize Öngörülemeyen Bir Dünyada
Yaşamak kitabının içinde neler yok neler? Kendini güvende hissetmek, zorluklarla
baş etmek, uyum sağlamak, hazzı ve olumlu duyguları beslemek, yavaşlamak ve anın tadını çıkarmak, bağları güçlendirmek, anlam
vermek, özgür olmak, ölümü evcilleştirmek, eylemek ve rıza göstermek… Başlıkların her birine hatta her bir kelimesine tek
başına bir kitap yazılabilir. Gelgelelim ki hiçbir başlık insanı uçurmuyor,
dudaklarını uçuklatıp “aman Allah’ım neler varmış neler” dedirtmiyor. Burada
felsefe sadece son rötuşlar, derin düşünme organlar arasındaki bağın
güçlendirilmesi, sosyoloji bir toplumdan ötekine kaybolan yapılar arasındaki
farkın ince çizgisi olarak var. Ama harcın içinde, betonu kuvvetlendirmek için
kullanılan çimento vazifesi görmüyor. Tipik bir kişisel gelişim kitabı ve bütün
kişisel gelişim kitapları gibi kurumakta olan çimenin üzerine dökülen birkaç
damla su etkisi yapıyor, o kadar. Hiçbirinde çimlerin diplerine, köklerine
inecek kadar yeterli su ulaşmıyor. Çimleri sevindiren su damlaları değil
bunlar, hayır. Her cümle, okuyucunun belleğine şöyle bir dokunup geçiyor. Etki
gücü yüzeyle sınırlı sayısız cümleler arasında uyuşuk mayışık dolaşıyor, sonra başladığınız
yere geliyorsunuz. Dünyanın geneline yayılmış olağanüstü derinlik kaybından
kitap da nasibini alıyor.
Bilemiyorum
belki de bilinçli bir tercih bu. Okuyucunun yazarı fırlatıp attığı bir
konumlanmadan ziyade çağın dominasyonunu sağlayan büyük aklın ve merkezi aklın
mikro görünümlerinden sadece biri. Belki de zihni, ruhu ve duyguları kademeli
büzüştürmenin bir yolu. Hatta belki de hümanizmden transhümanizme, oradan da
posthümanizme geçişte kelimelere yeni bir rol biçme stratejisi… Bunların biri,
öteki veya hepsi olabilir ama görünen o ki “bu dünya” “o dünya” değil. “O
dünyayı” “bu dünyada” aramak akıl karı değil.
Bütün bunlardan
Türkiye de Türk yazarları da nasibini alıyor elbette. Aynısı yerli yazarlar
için de geçerli. “O dünyanın” yazarlarının “o dünyaya” ve hatta “bu dünyaya”
verdiklerini düşünsenize bir? Peyami Safa’nın, Tarık Buğra’nın, Salah Birsel’in
hatta ve hatta Ahmet Altan’ın cümlelerindeki kımıltı, parıltı, örüntü şimdi
hangi köşe yazarında var? Türkiye çapındaki onlarca gazete yazarından kaçının
yazısını hevesle bekliyorsunuz ve kaçınız o hevesin karşılığını alıyor?
Çoğaltmaya gerek var mı? Meselenin roman, hikaye, şiir, deneme boyutlarını aynı
mihenk taşına vurduğumuzda nereden nereye savrulduğumuz ortada değil mi?
Lenoir’nin kulakları çınlasın kitabın belki de en etkileyici cümlesi, tam da
(ve sadece) adı: Öngörülemeyen Bir Dünyada Yaşamak… Öngörülen bir dünyadan
öngörülmeyenine savrulduğunuzda düşünceleriniz kadar duygularınız da dağılıyor.
Duygular ile düşünceler dağıldığında onu toplayacak olan tek kuvvetin,
kelimelerin mecalsizliğinden daha büyük bir cehennem var mı? Kelimeler can
çekişince insan ölüyor, bir kez daha bildim.