Ondaki kar, kardaki o
Ankara’ya günlerdir özlediğimiz kar yağıyordu. Merve’yle terastan yağan karı seyrediyorduk. Aslında ikimizde karı mı yoksa ruhlarımızı seyrettiğimizden emin değildik. Aslında karı seyrederken, ruhlarımızı seyrediyorduk. Ben ondaki karı seyrediyordum. Dışarıda kar, ağaçlar, sis ve bulut vardı. En önemlisi kar yağarken o yanımdaydı. Octavio Paz’ın bu dizeleri dilimdeydi: “Yanımdaydın ve gördüm seni, kar gibi, görünüşler arasında uyuyan.” Yağan kar, ruhumda çok ruhsal ve romantik duygular uyandırıyordu. Her yağan kar tanesini takip ettiğimde yanıbaşımda duran onu, ne kadar özlediğimi ve sevdiğimi düşünüyordum. Kar, onu sevmek ve özlemekti. Kar, onu bana getirmişti. Her kar tanesinde, onu ruhumda duyuyor ve yaşıyordum.
Yağan karlar, beni dışarıya davet ediyordu. Üşümüyordum.
Soğuğa rağmen, içeri girmeyi de düşünmüyordum. Karın davetini kabul etmek ve
dışarı çıkmak istiyordum. Kar, beni ona gitmeye davet ediyordu. Kar ve o,
birlikte muhteşem bir şekilde hayatı oluşturuyorlardı. Kar yağarken ona
gittiğimde hayatı derinliğine yaşayacağımı keşfetmiştim. Kar ve o, hayatı
yeşertiyor, büyütüyor ve zenginleştiriyorlardı.
Kar, hayatta tek anlamlı varlığın, hayat pınarımın o olduğu
gerçeğini bana, ince bir şekilde kavratıyordu. Her kar tanesi, onunla
geçirdiğim her anın en anlamlı, verimli ve yaratıcı yaşam deneyimi olduğunu
gösteriyordu. Birbirimizin hayatına karlar gibi yağmak, kar gibi ruhlarımızı beslemek
ve ruhlarımızın altında hiç tükenmeyen kaynaklar oluşturmak gibi bir meydan
okuma önümüzde durmaktaydı. Hayatlarımıza kar taneleri gibi özgürlükle, aşkla,
umutla ve inançla katkı sunmak gibi anlamlı ve verimli bir amacımız vardı.
O, hep sevdiğim dağdı. O yüce dağa, hep ruhumdan karlar
yağmalıydı. O dağı, hep sevdim, güvendim ve dayandım. O güvendiğim dağa
ruhumdan karlar yağdıkça, ona daha çok bağlandım. Hayatımı, hep onun dağına
ruhumdan karlar yağdırarak yaşayabileceğime inandım. Onun dağına ruhumdan karlar
yağdırmak kadar anlamlı, verimli, romantik ve manevi hiçbir şey gözükmüyordu
bana.
Kara bakarken, aslında ilk defa kara bakıyor gibi
hissediyorduk. Kara bakarken, ilk defa birbirimize bakıyor gibiydik. İlk defa
birbirinin dünyasına giriş, ilk defa ruhlarımızın tanışması ve ay ışığında birbirimize
hep hayat olacağımıza dair verdiğimiz o derin bağlılık hep karda anlamını
buluıyordu. O, hep kardı, ışıktı, aydınlıktı, aşktı, umuttu ve inançtı.
Düşen kar taneleri, bizde bir eriyişin başlangıcı değildi.
Her kar tanesi, içimizde yeniden hayat bulmak ve hayata yeniden başlamak
anlamına geliyordu. Ruhlarımıza daha çok kar yağsın istiyorduk. Her kar tanesi,
içimizde erimiyordu. Kar, içimizde hayat ağacını büyütmemize hizmet ediyordu.
Karın erimesi yerine, ruhumuzun karlarıyla yaşama düşüncesi başımızı
döndürüyordu.
Kar yağışını seyrederken, aslında onu seyrediyordum. Karlar,
tabiatın en güzel dansını yaparak yağıyorlardı. Tabiatın en olağanüstü
gösterisi olan kar yağışında ruhum aşkı, umudu, inancı ve tutkuyu küçük bir
çocuk gibi coşkuyla tadıyordu.
Kar yağıyordu. Yağan her kar tanesi, ona olan sevgimi ve
özlemimi yoğunlaştırıyordu. Karla beraber, oda ordaydı. Kar tanelerine
uzattığım ellerim, aslında ona uzanmakta ve onun ellerini tutmak istemekteydi.
Onu yağan kar taneleri gibi sınırsızca ve coşkuyla yaşamak istiyordum. Ellerim
ona uzanırken, dilim Nazım Hikmet’in şu mısrasını mırıldanıyordu: “Karlı kayın
ormanında yürüyorum geceleyin. Efkarlıyım, efkarlıyım, elini ver, nerde elin?”
Kar yağdıkça, örtülü olan her şeyi şeffaflaştırıyordu ve
aydınlatıyordu. Ruhlarımızda gizli hiçbir şey kalmamıştı. Kar taneleriyle, varlığımızdaki
her şeyi birbirimize söylüyor ve yaşıyorduk. Kar, ikimiz için sessizlik,
sıkıntı, hareketsizlik değil, söz, müzik, tutku ve danstı. Kar, beni onun
ruhuna yolculuğa çıkarmıştı. Birden bire ona kar nedir diye sordum. Aslında bu
sorunun cevabını ikimiz de biliyorduk. Karda onu, onda karı bulduğumu anlatan parıldayan
gözlerle ona bakıyordum.