Önce kendini değiştir
Önce sorunla başlayalım; insanlar içinde yaşadıkları dünyadan ve orada cari olan ilişki tarzlarından memnun değiller. Bu memnuniyetsizlik, bir boyutuyla insanların her şeyden şikayet etme alışkanlıkları ile ilintili olsa da, önemli oranda bunu aşan bir boyuta da sahip. İnsan, kendi varoluşunu sağlıklı biçimde kılabilme açısından külli bir sorunla da karşı karşıya. Bunun sebebi; Tanrı ve insanın varlık dünyasındaki konumlarında değişme ile insanın hakikat iddiasıyla başlayıp hala devam eden cüretkar tavırları.
Bu sorunlar sadece felsefi düzlemde entelektüellerin fantezileri değildir. Meseleye öyle bakanlar var. Zira insan kendisine sunulan hayat tarzını tekeffül edemeyince depresyon ilaçlarına sarılıyor. Kendi arasında dayanışma ve daha da önemlisi güveni kaybetmiş durumda. Her tür bürokratik insaniliğe, sorunu hallettim diye sarılıyor. İnsan insana hasret anlayacağınız.
İçinde yaşadığımız ve büyük oranda post/Modern felsefenin belirlediği hayat tarzının bize teklif ettiği rüşvetler (bunu imkanlar diye de okuyabilirsiniz), gerçekte insana tekeffül edemeyeceği bir yaşam tarzı sunuyor. Derinliğine düşündükçe böyle bir handikaptan, kuşatılmışlıktan nasıl çıkılacağına dair içimde bir ümitsizlik belirmiyor değil. Çünkü nimet sunan yüzünün arkasında ayrı bir faşizm işliyor. Her türlü teşebbüs, bir noktadan sonra tekrar o yaşam biçimini üretiyor. Belki de tek imkanımızın “Tanrı” olmasının imkanı burada işliyor.
Bir değişimin gerekli olduğu açıktır. Ancak bunun adım adım nasıl gerçekleşeceği üzerine kafa yormalıdır. Birincisi, ümitsizlik halinin sona ermesi için, içinde yaşadığımız dünyanın dışında başka bir dünyanın mümkün olduğuna inanmalıdır. Öğrenilmiş çaresizlik, işlerin başka türlü olamayacağı düşüncesi çoğunlukla bu ümitsizliği yaratmaktadır.
Eskiden en azından ideolojiler ve dinlerin bu tür büyük iddiaları daha kuvvetle söylediklerini biliyoruz. Ancak ideolojiler çağı sona erdi teranesiyle herkesi ilkesizliklerde, “ne olursa gider” mantığında buluşturan merkezsiz, değersiz bir piyasa yaratılmıştır. Fakat bunun arkasında işleyen ve faşist yaptırımları olan ideoloji sürekli gözden kaçırılmaktadır.
İkincisi, değişmenin birebir insandan başlaması gerektiğidir. Sosyolojide değişimle ilgili birçok teoriden bahsetmek mümkündür. Bu teoriler belli açıklama biçimlerine sahiptirler. Cevdet Said’in “Bireysel ve Toplumsal Değişmenin yasaları” kitabında bahsettiği Ra’d suresine atıfla yapılan analizler önemlidir. Buna göre, “Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe, Allah da o toplumun durumunu değiştirmez.” Dolayısıyla değişim tek tek kişilerden başlar. Bu değişim miktarı bir toplumsallık yaratacak düzeye gelince de, toplumsal değişim gerçekleşir.
Halbuki giderek sadece yönetilebilme kapasitesi yükseltilmiş kitleler yaratılmaktadır. Bu kitleler cari olan global ölçekteki yaşam tarzına kabul edilmeyi büyük nimet saymakta, onun rüşvetlerini isterse pahalıya ve borçlanarak elde etsin umursamamakta, her türlü sorununu ertelemekte ve hatta birçok şeyi sorun olarak bile görmemektedir. Bu durum, hep mevcudu sürekli olumlayan bir hava yaratmakta, global ölçekteki efendi-köle ilişkisini onaylamaktan geri durmamaktadır.
Ancak öte yandan varoluşunun derinliklerinde oluşan yaraları, ancak yaşarken derin bir üzüntü ve ümitsizlik halinde hissetmektedir. İşte tam da bu noktada, dünyaya dair şikayetlerini sıralamakta, fakat öznesi olmayan anonim cümleler kurarak dünyanın değişmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Cari olan global perspektife yaşam hakkı sunan büyük kitleler, bu bağlamda kendi kaderlerini de sahiplenmekten kaçınmaktadırlar.