Önce edeb!
İnsan olarak var edilişimiz, hakikat peşinde yürüme memuriyetini dayatırken, istikamet ile aramıza giren perdeleri aralayıp, bütün günah ve eksikliklerimize rağmen “iyi, doğru ve güzel” olanı istemek ve istetmek çabasını zorunlu kılıyor.
Nasıl bu hale geldik. Birbirini duymayan, duysa da anlamayan, anlasa da saygı göstermeyen kalabalıklar içinde yalnız başına dolaşıp duran insanlar haline neden, nasıl, ne ara geldik biz?
Kimsenin, kendisinin kim olduğuna bakmadığı ama başkasını istediği gibi sorgulayıp yargılayarak hükmünü de istediği şekilde verdiği bir hale nasıl geldik? Üstelik bu durum, sadece bu gün yaşayanlar için de geçerli değil. Öğrencisinden hocasına, siyasetçisinden esnafına, sokaktaki simitçisinden kürsüdeki eğitimcisine herkes geçmişte yaşamış ve bugün yaşayan istediği herkes hakkında ileri geri konuşma hakkını ve aklını kendisinde görüyor.
Herkesin her konu hakkında her şeyi söyleme hakkı! “özgürlük” olarak lanse ediliyor çünkü. Bunun neticesinde ise, Öğretmen ile talebenin, hasta ile doktorun, âlim ile cahilin, hâkim ile mahkûmun, usta ile çırağın, ebeveyn ile çocuğun, deha ile çapsızın, diploma alıp bilgiye ulaştığını zanneden sürü mensubu ile hikmet sahiplerinin sözü aynı seviyeye iniyor.
Bilginin irfana dönüşmediği, hikmet yoksunluğunun idrak bile edilmediği ve dilde ruhçu iken iş ve fiilde maddeye endeksli bir yaşam sürdürmenin tabii sonucu olarak, bir keyfiyete haiz değil iken ahkâm kesmeye yarayan diploma, makam, mevkii ve zenginliğe sahip hadsiz insanların yıktığı edeb duvarından geriye kalan durumdur bu gelinen nokta.
Gözün gördüğü, elin tuttuğu, tenin hissettiği, dilin tattığı, midenin öğüttüğü maddeye kıymet arttıkça, ruha yabancılaşmanın neticesi.
Halbuki cemiyeti ayakta tutan insan, insanı ayakta tutan ise inancı, geleneği ve değerleridir.
Ve daha da vahim olanı insanlığın bu noktaya gelmesine yol açanlar, bilindik manasıyla cahil ve sıradan görünenler değil, yüksek çoğunlukla diplomalı, okumuş, görünüşte bilgili ve “aydın” ama ahlakı zayıf, ama edep yoksunu, ama vicdansız, ama ahmak ve haddi bilmez insanlardır. Kendi yıktıkları barajın suyuyla –yeni nesiller eliyle- boğulmaları yakın olan “aydınlar !”
“Kendini bilen Rabbini bilir” ölçüsü mucibince; İnsanın her şeyden önce kendini bilmesi esastır. Kendini bilen insan edebini haddini hududunu da bilir. Rabbini bilir.
Kendini bilmek için haddini, hududunu ve edebini bilmeli insan.
Hz. Ömer “Edep ilimden önce gelir.” demiştir.
Hafız Şirazi ; “"Güneşin bile bir zerre sayıldığı kâinatta, kendini büyük görmek, edebe uyar bir şey değildir." der.
Mütefekkir Salih Mirzabeyoğlu ise mevzuyu kuşatıcı bir terkip halinde: “Din, edeb demektir... Edeb; hadlere riayet... Hadlere riayet; haya ve hicâb... Haya ve hicâb; örtü ve perde... Örtü ve perde; tecrit... Tecrit hakikatinde; nizâm... İslâm baştanbaşa nizâm demektir!..” diye çerçevelemiştir.
Bugün ihtiyacımız olan en önemli şey yeni üniversiteler açmak değildir. Haddini hududunu bilen, edebin ne olduğunu idrak edebilen nesiller yetiştirmektir. Bu ise o nesilleri yetiştirecek yetişkinler, hocalar, eğitimciler ve devlet ricalinin o şuurda olmasıyla mümkündür.