Ömer… Derviş Ömer
Çayını
getiren kahveci takılıyor:
-Ömer amca, maşallah bugün de
yaşıyorsun!
Ömer
amca belli ki bu türden takılmalara alışık.Pek tepki vermeden,
-Eyvallah, bugün de yaşıyoruz, ama
nasıl yaşıyoruz kim bilir,diyor.
***
Ömer
amcanın hâli gibi kahveciyle konuşması da ilgimi çekiyor. Dikkat kesiliyorum.
Bu arada kahveci yanıma geliyor, bir
isteğimin olup olmadığını sormak için.
-Bir
sade kahve, bir de su lütfen. Bana düşmez ama şu amcaya niçin öyle söylediniz?
-Siz
buraya ilk defa geliyor olmalısınız. Merak etmeyiniz, Ömer amca kızmaz böyle şeylere. Derviş Ömer derler ona, Allah’ın
garibi, öyle lâflar eder ki, kalk altından kalkabilirsen.
-Sohbet
için gitsem yanına kabul eder mi acaba?
-Gidiniz
ama sohbet edeceğinin garantisi yok. Bir de para ister, şaşırmayınız.
-Para
mı ister?!
-Lâf
olsun diye ister. Veren olursa da onunla kedilerine yiyecek alır. Ne yaparsınız, Ömer amca da böyle cins bir adam
işte.
-Öyleyse
kahvemi onunla içeyim, kabul ederse tabii.
Yaklaşıyorum.
Selâm
verip müsaade istiyorum Ömer amcadan.
Selâmımı
ilgiyle almasından cesaret bulup hemen masasına ilişiyorum.
Ömer
amca,
-Sükût ikrardan gelir ama edep izin
verilmeyi beklemektir. Her neyse, oturdun artık!,
diyor.
-Eyvallah,
kusuruma bakmayın lütfen, ne yaparsınız bizim gibi zamânelerin halleri.
Ömer
amca yüzüme bakarak ders vermeye devam ediyor:
-Zamanın ne suçu var ki, her yapılan
densizliğe ‘zamâne işleri’ diyorlar. Bak, dünya eski dünya ve insan hep aynı
insan. Hep nisyan, hep isyan!
-Ömer
amca insan niçin hiç değişmesin ki? Bebek olur, genç olur, yaşlı olur, fakir
olur, zengin olur…
-At
şu kutuya bir beşlik vereyim cevabı ey zamâne, diyor Ömer amca tebessümle.
Hemen
çıkarıp elli lira koyacak oluyorum.
Ömer
amca gülercesine,
-Düzeni bozma zamâne. Biz senden beş
lira istedik, elli bira değil. Cömertlik yaptığını mı zannediyorsun? Kendinden
istenilenden fazlasını verenin riyadan emin olması gerekir. Kalbini yokla
bakalım, ne haldesin?
Oturduğum
tabureye çakılıp kalıyorum.
O
devam ediyor:
-Soruna
gelince. İnsan, beden ülkesine taht kurmuş nefs demek. Derdi şehvet ve şöhret.
Bebek meme, çocuk oyuncak, genç eğlence, yetişkin mal, makam, şöhret, yaşlı ise
hepsini ister ama ne fayda! Tabiatı
budur, değişmez yani. İster de ister ama ıslah edersen hali değişir. Hakk’ı
ister bu sefer.
-Nasıl
yani Ömer amca?
-Üzüm
şırasını bilmez misin? Şarap da ondan çıkar sirke de. Asılları aynıdır ama biri
şerdir, diğeri bereket. Hani Hazret-i Ömer efendimiz Müslüman olmadan önce
kızını diri diri gömen ceberrut biriydi ama Müslüman oldu, fakirlere sırtında
erzak taşıdı. Zatı aynı ama işleri
ayrıydı.
Yani, Müslüman olmak lâzım Müslüman.
O da yetmez iman etmek lâzım, iman!
-Neden
insanlar sadece akıllarına, gözlerine, kulaklarına güvenirler de kalplerini
ihmal ederler Ömer amca?
-Kalbin
tarifini en iyi yapan sûfiler: “Kalp; ruh, akıl ve nefs gibi insana ait
lâtifelerin ortasında, hem neftsen hem de ruhtan gelen iyi-kötü düşüncelere
muhatap olan bir komutan. Hem onları idare eten komutan hem de onları yansıtan
aynadır.” Okumamış, ama kalbi ile zikreden kul bunun farkına vardı da,
kütüphaneler dolusu kitap okuyup ne yazık ki Hak’tan gafil olan kişi kalbi hiç
anlamadı.
-Ya
akıl? Akıl, bu işin neresinde Ömer amca?
-Evlâdım,
aklı hafife aldığımı mı zannedersin? Kalp sultanının akıl gibi bir vezire
ihtiyacı vardır ki, neftsen geleni de, ruhtan geleni de ölçsün, biçsin,
kıyaslasın; Peygamber’in getirdiklerine uygun mu değil mi? Ama bunu ilim ve
edeple donanmış akıl yapar. Böyle akla,
akl-ı selim derler ki, varlıkta Allah’a şükreder, yoklukta sabreder. Af diler. Selim
olmayan akıl ise kibirlidir. Varlık zamanı gaflete, yokluk zamanı ise isyan
ve şirke düşer.
Ömer
amca bir ah çektikten sonra:
-Büyük
sûfiler dediler ki: “Asıl olan kalbi gafletten kurtarmak, hiç değilse gafletin
sürekli olmamasını sağlamak.” Vesselâm!
Bu
cümle ile sohbetin sonuna geldiğimizi anlıyorum. Son bir hamleyle Ömer amcadan
nasihat istiyorum.
Durup
gözlerime bakıyor:
-Bak
oğlum, sağlam bir imanın, sağlık ve afiyette bir vücudun, kanaat ettiğin bir
işin olsun. Bir de Allah’a can borcundan başka kimseye borcun olmasın. İşte en
büyük saadet. Şimdi kedilere hizmet zamanı.
*
Ömer
amcayı hürmetle uğurluyorum.
Bir
müddet dolu dolu gözlerimle arkasından bakıyorum.
Aklıma
İbn Ataullah hazretlerinin şu sözü geliyor:
“Allah’ı bulan niye kaybeder, O’nu
kaybeden, neyi bulur?”
Peki
ya ben?
Bunca
yıllık hayatımda neyi bulmuşum, neyi kaybetmişim?
*
(Akif Akgül, Semerkand Dergisi)
***
NEYİ, NİÇİN YAPIYORUZ?
İhlâs.
Kalbi,
gösterişten, çıkar endişe ve beklentilerinden arındırıp sadece Allah’ın
rızasını arzu eder hale getirmek.
“İhlâs”sız ibadet, ruhsuz beden!
“Kur’an-ı Kerim’i ‘Ne güzel okuyor’ desinler
diye okumak!” mesela!..
Maldan, mülkten,
paradan,
“Ne kadar da eli açık!” desinler diye
vermek!
Şöhret arzusu.
Âfet!
İnsan, haftada birer
kez olsun hasta ve kabir ziyaretine vakit ayırdığında…
Biraz kendine gelir
gibi oluyor; tıpkı, büyük bir trafik kazasının enkâzını gören şoför gibi.
Bir süre yavaşlıyor
insan, sollamaları azaltıyor.
Sonra…
Kafayı dağıtmak için “bir
müzik” açıyor ve o kazayı unutuyor.
“Asıl olan kalbi gafletten kurtarmak, hiç
değilse gafletin sürekli olmamasını sağlamak” buyurmuş ya büyük sûfiler.
Bunun
için “kalbi toparlamak” şart.
Bir
tıp profesörü anlatmıştı:
Yakınlarından
biri hastalanınca, çalıştığı hastaneye yatırılmış.
Büyük
ilgi var tabii; hocalarının yakını
olunca hasta, oradaki doktorlar, hemşireler dört dönmüş…
Tıp
profesörünün de kalbine, “Allah rızası
için bu yakınımın hastalığı ile ilgileniyorum”dan ziyade, “İyi ki doktor olmuşum, bak, nasıl da
pervane oluyorlar etrafımızda” duygusu yerleşmiş.
Diyor
ki Profesör:
“O
tedavide bir şey yanlış yapılmış, Merhum Yakınım’ın vefatına o yanlış uygulama
sebep olmuş. Kader tabii… Hiç biri
isteyerek yapmadı bunu. Ölüm hepimiz için…”
Tedavi
yöntemi ne olursa olsun, netice Allah’tan.
Rabbim
Rahmet Eylesin.
Mekânı
Cennet Olsun.
Bir
televizyon yayınında izlemiştim hayli vakit önce, tıp profesörünün kim olduğunu
unuttum da sözleri üç aşağı beş yukarı aklımda kalmış:
“Biraz da kibre kapılmışım!”
İsim
değil, mesaj mühim malûm.
İnsanoğlu
zengin olmak, daha da zengin olmak, övülmek, kullardan takdir görmek istiyor…
“Mühim insan”
olmak..
Telefonu, “Bak
bizi kimler kimler arıyor?” bakışları atarak, “Buyurun Sayın Başkanım!” diye açanları görmüşsünüzdür.
İşimizin
düştüğü ya da işimizin düşeceğini hesap ettiğimiz kişilerin telefonlarını açmak, “dünyevî fayda umulmayan” kişilere
ise cevap vermemek genel tavır gibi.
Kalpteki
bu sıkıntılar; makam, mevki, şöhret arttıkça daha da belirgin hâle geliyor.
*
Bir
köşede bizi bekleyen “Ömer”leri, Derviş Ömerleri aramak…
Nasipse
bulmak…
Kimseye
haksızlık edilmez şüphesiz.
Onlar
mutlaka etrafımızda bir yerlerdedir.
“Her arayan bulamaz da, bulanlar
arayanlardır!” malûm.
Arıyorum.