Dolar (USD)
34.53
Euro (EUR)
36.12
Gram Altın
3011.70
BIST 100
9549.89
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
29 Ocak 2023

Ömer… Derviş Ömer

Çayını getiren kahveci takılıyor:

-Ömer amca, maşallah bugün de yaşıyorsun!

Ömer amca belli ki bu türden takılmalara alışık.Pek tepki vermeden,

-Eyvallah, bugün de yaşıyoruz, ama nasıl yaşıyoruz kim bilir,diyor.

***

Ömer amcanın hâli gibi kahveciyle konuşması da ilgimi çekiyor. Dikkat kesiliyorum. Bu arada kahveci yanıma geliyor, bir isteğimin olup olmadığını sormak için.

-Bir sade kahve, bir de su lütfen. Bana düşmez ama şu amcaya niçin öyle söylediniz?

-Siz buraya ilk defa geliyor olmalısınız. Merak etmeyiniz, Ömer amca kızmaz böyle şeylere. Derviş Ömer derler ona, Allah’ın garibi, öyle lâflar eder ki, kalk altından kalkabilirsen.

-Sohbet için gitsem yanına kabul eder mi acaba?

-Gidiniz ama sohbet edeceğinin garantisi yok. Bir de para ister, şaşırmayınız.

-Para mı ister?!

-Lâf olsun diye ister. Veren olursa da onunla kedilerine yiyecek alır. Ne yaparsınız, Ömer amca da böyle cins bir adam işte.

-Öyleyse kahvemi onunla içeyim, kabul ederse tabii.

Yaklaşıyorum.

Selâm verip müsaade istiyorum Ömer amcadan.

Selâmımı ilgiyle almasından cesaret bulup hemen masasına ilişiyorum.

Ömer amca,

-Sükût ikrardan gelir ama edep izin verilmeyi beklemektir. Her neyse, oturdun artık!, diyor.

-Eyvallah, kusuruma bakmayın lütfen, ne yaparsınız bizim gibi zamânelerin halleri.

Ömer amca yüzüme bakarak ders vermeye devam ediyor:

-Zamanın ne suçu var ki, her yapılan densizliğe ‘zamâne işleri’ diyorlar. Bak, dünya eski dünya ve insan hep aynı insan. Hep nisyan, hep isyan!

-Ömer amca insan niçin hiç değişmesin ki? Bebek olur, genç olur, yaşlı olur, fakir olur, zengin olur…

-At şu kutuya bir beşlik vereyim cevabı ey zamâne, diyor Ömer amca tebessümle.

Hemen çıkarıp elli lira koyacak oluyorum.

Ömer amca gülercesine,

-Düzeni bozma zamâne. Biz senden beş lira istedik, elli bira değil. Cömertlik yaptığını mı zannediyorsun? Kendinden istenilenden fazlasını verenin riyadan emin olması gerekir. Kalbini yokla bakalım, ne haldesin?

Oturduğum tabureye çakılıp kalıyorum.

O devam ediyor:

-Soruna gelince. İnsan, beden ülkesine taht kurmuş nefs demek. Derdi şehvet ve şöhret. Bebek meme, çocuk oyuncak, genç eğlence, yetişkin mal, makam, şöhret, yaşlı ise hepsini ister ama ne fayda! Tabiatı budur, değişmez yani. İster de ister ama ıslah edersen hali değişir. Hakk’ı ister bu sefer.

-Nasıl yani Ömer amca?

-Üzüm şırasını bilmez misin? Şarap da ondan çıkar sirke de. Asılları aynıdır ama biri şerdir, diğeri bereket. Hani Hazret-i Ömer efendimiz Müslüman olmadan önce kızını diri diri gömen ceberrut biriydi ama Müslüman oldu, fakirlere sırtında erzak taşıdı. Zatı aynı ama işleri ayrıydı.

Yani, Müslüman olmak lâzım Müslüman. O da yetmez iman etmek lâzım, iman!

-Neden insanlar sadece akıllarına, gözlerine, kulaklarına güvenirler de kalplerini ihmal ederler Ömer amca?

-Kalbin tarifini en iyi yapan sûfiler: “Kalp; ruh, akıl ve nefs gibi insana ait lâtifelerin ortasında, hem neftsen hem de ruhtan gelen iyi-kötü düşüncelere muhatap olan bir komutan. Hem onları idare eten komutan hem de onları yansıtan aynadır.” Okumamış, ama kalbi ile zikreden kul bunun farkına vardı da, kütüphaneler dolusu kitap okuyup ne yazık ki Hak’tan gafil olan kişi kalbi hiç anlamadı.

-Ya akıl? Akıl, bu işin neresinde Ömer amca?

-Evlâdım, aklı hafife aldığımı mı zannedersin? Kalp sultanının akıl gibi bir vezire ihtiyacı vardır ki, neftsen geleni de, ruhtan geleni de ölçsün, biçsin, kıyaslasın; Peygamber’in getirdiklerine uygun mu değil mi? Ama bunu ilim ve edeple donanmış akıl yapar. Böyle akla, akl-ı selim derler ki, varlıkta Allah’a şükreder, yoklukta sabreder. Af diler. Selim olmayan akıl ise kibirlidir. Varlık zamanı gaflete, yokluk zamanı ise isyan ve şirke düşer.

Ömer amca bir ah çektikten sonra:

-Büyük sûfiler dediler ki: “Asıl olan kalbi gafletten kurtarmak, hiç değilse gafletin sürekli olmamasını sağlamak.” Vesselâm!

Bu cümle ile sohbetin sonuna geldiğimizi anlıyorum. Son bir hamleyle Ömer amcadan nasihat istiyorum.

Durup gözlerime bakıyor:

-Bak oğlum, sağlam bir imanın, sağlık ve afiyette bir vücudun, kanaat ettiğin bir işin olsun. Bir de Allah’a can borcundan başka kimseye borcun olmasın. İşte en büyük saadet. Şimdi kedilere hizmet zamanı.

*

Ömer amcayı hürmetle uğurluyorum.

Bir müddet dolu dolu gözlerimle arkasından bakıyorum.

Aklıma İbn Ataullah hazretlerinin şu sözü geliyor:

“Allah’ı bulan niye kaybeder, O’nu kaybeden, neyi bulur?”

Peki ya ben?

Bunca yıllık hayatımda neyi bulmuşum, neyi kaybetmişim?

*

(Akif Akgül, Semerkand Dergisi)

***

NEYİ, NİÇİN YAPIYORUZ?

İhlâs.

Kalbi, gösterişten, çıkar endişe ve beklentilerinden arındırıp sadece Allah’ın rızasını arzu eder hale getirmek.

“İhlâs”sız ibadet, ruhsuz beden!

“Kur’an-ı Kerim’i ‘Ne güzel okuyor’ desinler diye okumak!” mesela!..

Maldan, mülkten, paradan,

“Ne kadar da eli açık!” desinler diye vermek!

Şöhret arzusu.

Âfet!

İnsan, haftada birer kez olsun hasta ve kabir ziyaretine vakit ayırdığında…

Biraz kendine gelir gibi oluyor; tıpkı, büyük bir trafik kazasının enkâzını gören şoför gibi.

Bir süre yavaşlıyor insan, sollamaları azaltıyor.

Sonra…

Kafayı dağıtmak için “bir müzik” açıyor ve o kazayı unutuyor.

“Asıl olan kalbi gafletten kurtarmak, hiç değilse gafletin sürekli olmamasını sağlamak” buyurmuş ya büyük sûfiler.

Bunun için “kalbi toparlamak” şart.

Bir tıp profesörü anlatmıştı:

Yakınlarından biri hastalanınca, çalıştığı hastaneye yatırılmış.

Büyük ilgi var tabii; hocalarının yakını olunca hasta, oradaki doktorlar, hemşireler dört dönmüş…

Tıp profesörünün de kalbine, “Allah rızası için bu yakınımın hastalığı ile ilgileniyorum”dan ziyade, “İyi ki doktor olmuşum, bak, nasıl da pervane oluyorlar etrafımızda” duygusu yerleşmiş.

Diyor ki Profesör:

“O tedavide bir şey yanlış yapılmış, Merhum Yakınım’ın vefatına o yanlış uygulama sebep olmuş. Kader tabii… Hiç biri isteyerek yapmadı bunu. Ölüm hepimiz için…”

Tedavi yöntemi ne olursa olsun, netice Allah’tan.

Rabbim Rahmet Eylesin.

Mekânı Cennet Olsun.

Bir televizyon yayınında izlemiştim hayli vakit önce, tıp profesörünün kim olduğunu unuttum da sözleri üç aşağı beş yukarı aklımda kalmış:

“Biraz da kibre kapılmışım!”

İsim değil, mesaj mühim malûm.

İnsanoğlu zengin olmak, daha da zengin olmak, övülmek, kullardan takdir görmek istiyor…

“Mühim insan” olmak..

Telefonu, “Bak bizi kimler kimler arıyor?” bakışları atarak, “Buyurun Sayın Başkanım!” diye açanları görmüşsünüzdür.

İşimizin düştüğü ya da işimizin düşeceğini hesap ettiğimiz kişilerin telefonlarını açmak, “dünyevî fayda umulmayan” kişilere ise cevap vermemek genel tavır gibi.

Kalpteki bu sıkıntılar; makam, mevki, şöhret arttıkça daha da belirgin hâle geliyor.

*

Bir köşede bizi bekleyen “Ömer”leri, Derviş Ömerleri aramak…

Nasipse bulmak…

Kimseye haksızlık edilmez şüphesiz.

Onlar mutlaka etrafımızda bir yerlerdedir.

Her arayan bulamaz da, bulanlar arayanlardır!” malûm.

Arıyorum.