Ölümün Fısıltısı
Ölüm...
İnsanlık tarihinin en büyük eşitleyicisi. Saraylardan kulübelere, bilgelerden
cahillere kadar kimseyi ayırt etmeyen bir gerçeklik. Hepimizin bildiği, ama
çoğu zaman derinlemesine düşünmekten kaçındığı bir hakikat. Peki, neden? Ölümün
varlığını bilerek, onu unuturmuş gibi yaşamaya devam etmek, insanın kendisiyle
yaptığı en garip pazarlıklardan biri değil mi?
Ölümün
kaçınılmazlığı, bizi daha iyi bir insan olmaya yöneltmesi gerekirken, neden
çoğu zaman bizi korkuya, suskunluğa veya kayıtsızlığa sürüklüyor. Çevreme
baktığımda, inanç sahibi olduğunu söyleyen ya da hakikat arayışında olduğunu
iddia eden birçok insanın, ölümün bu yalın gerçeğiyle yüzleşmek yerine günlük
hayatın telaşına kapıldığını görüyorum. Bu, yalnızca dinî bir mesele değil;
aynı zamanda insanî bir mesele?
İnsanlığın
erdemlerini şekillendiren en temel kavramlardan birinin adalet olduğunu
bilenlerdeniz. Adaleti yalnızca mahkemelerde aramamalıyız. Zaman zaman inancını
yaşayarak öne çıkan insanların dahi adaletsizlik karşısında sessiz kaldığına
şahit oluyoruz. Kendi çıkarlarımız, korkularımız ya da statümüz, vicdanımızın
önüne geçiyor. Oysa adalet, inancın en büyük göstergesi değil midir?
Düşünmenin
özgür olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Peki, özgürlüğümüzü ne kadar kullanıyoruz? “Haksızlık karşısında susan, dilsiz
şeytandır.” Hz. Ali'nin sözünün ağırlığını hepimiz hissetmeliyiz. Ama bu
sessizlikneden? Belki de ölümden korktuğumuz kadar, yaşarken de hakikatten
korkuyoruz.
Ölümü
ve hayatın anlamını sorgulamak, insanı rahatsız edebilir. Ancak bu rahatsızlık,
bizi hakikate daha da yakınlaştırmalı, ölümü anlamaya çalışmalıyız ki, hayatı
anlamlı kılabilelim.Hayatın geçiciliğini bilmek, bizi daha merhametli, daha
vicdanlı ve daha adil yapmalıdır. İnsan, sahip olduğu hiçbir şeyin kendisine
ait olmadığını, ölümün hepsini alıp götüreceğini bildiğinde, başkalarının
haklarını gasp etmek yerine, onların haklarını korumaya çalışmaz mı?
Hak
ve adalet konusunda sessiz kalmak, yalnızca şahsî bir mesele değildir. Toplumun
vicdanını oluşturmak, her birimizin sorumluluğudur. Belki de bu sorumluluğu
yerine getirmek, küçük bir adımla başlayacak olursak; kendimize dürüst olmalıyız.
Her
sabah aynaya bakıp şu soruyu sormalıyız: “Bugün, ölümün varlığını bilerek nasıl
bir insan olmaya karar verdim? Hak ve adalet karşısında hangi adımı atacağım?”
Bu eylem, bizim için büyük bir değişimin başlangıcı olabilir. Önemli olan,
ölümden kaçmak değil; ölümün bize fısıldadığı gerçeği dinlemek: “Adaletle yaşa,
çünkü hiçbir şey sonsuz değil.”
Bu
yazı bir sorgulamadır, bir davettir. Kendim için kaleme aldım almasına ama hakikatin
izini süren herkese seslenmiş oldum.
Siz
ne düşünüyorsunuz? Hayatı daha anlamlı kılmak için birlikte ne yapabiliriz?