Ölümü öldürenlerin zaferi
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin en kanlı ve trajik olaylara maruz kaldığı cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’ydi. Gelibolu Yarımadası’nda havadan, karadan ve denizden yapılan düşman saldırılarında “Çanakkale Geçilmez” diyerek toprağa düşen şühedânın destansı mücadelesinin üzerinden 105 yıl geçmesine rağmen hâlâ tazeliğini koruyor.
***
1 Ağustos 1914 günü Almanya’nın Rusya’ya harp ilan etmesiyle, Harb-i Umumi olarak bilenen 3 kıtada ve 8 cephede 2.5 milyon askerin çarpıştığı bu savaşa girilir. Birinci Dünya Savaşı, Avrupa’da 2 Ağustos 1914 yılında patlak verdiğinde Osmanlı Devleti de aynı tarihte seferberlik ilan eder.
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı, sadece farklı rütbelerden değil, farklı coğrafyalardan, dinlerden ve etnik gruplardan çok sayıda askeri ordu birliklerinde istihdam ederek cephelere sürer. 1914 yılında Osmanlı Devleti hâlâ oldukça geniş sayılabilecek bir imparatorluktur ve toplam yüzölçümü 2 milyon kilometrekaredir.
Osmanlı Devleti, bu çalkantılı dönemde bütün sınırlarda İtilaf Devletleri’nin (İngiltere, Rusya, Fransa ve İtalya) askeri hedefi haline gelir. İtilaf Devletleri, Osmanlı Devleti’nin başkenti İstanbul’u alarak; İstanbul ve Çanakkale Boğazları’nın kontrolünü ele geçirmek, Rusya’yla güvenli bir erzak tedarik ve askeri ikmal yolu açmak, İstanbul′u zapt etmek suretiyle Almanya’nın müttefiklerinden birini savaş dışı bırakarak İttifak Devletleri’ni zayıflatmak amaçlarıyla ilk hedef olarak Çanakkale Boğazı’nı seçer.
***
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı sahnesi gerçek anlamda çok cepheli savaştır ve Osmanlı orduları bu cephelerde aynı anda birden fazla İtilaf Devleti ordusuna karşı mücadele verir. Osmanlı askerleri Arap Yarımadası, Irak, İran, Avrupa, Galiçya, Doğu Anadolu ve Çanakkale’de çarpışır. Osmanlı savaş tecrübesinin en yoğun, en uzun ve ne yazık ki, en kanlı geçen, dolayısıyla hatırlama kayıtlarına en çok yansıyan cephelerden birisi de Çanakkale Cephesi’dir.
***
18 Mart 1915’te Çanakkale Cephesi’nde patlak veren savaş sonrası Anadolu ve İstanbul sokakları, düşmanın Çanakkale’yi geçtiği söylentileriyle çalkalanmaktadır. Harbiye Nâzırı Enver Paşa’nın, “Vatan elden gidiyor, daha çok askere ihtiyacımız var” çağrısı karşısında müteessir olan münevverlerin, aydınların, muallimlerin, öğrencilerin içi kan ağlamaktadır.
Ölüm ile hayat, esaret ile hürriyet arasındaki hassasiyetin en fazla hissedildiği bir dönemden geçilmektedir. Askerlik şubelerinin önleri Çanakkale Cephesi’nde yerini almak isteyenlerin oluşturduğu uzun kuyruklarla dolup taşmaktadır. Fakat, bu kuyrukların ekserisini oluşturan öğrenciler için bir engel vardır; Askerî Mükellefiyet Kanunu.
Bu kanuna göre, Sultanîye öğrencileri askere alınamaz. Fakat durum çok farklıdır. Vatanın elden gitme tehlikesi vardır. Gönüllü olarak askere kabul edilen öğrenciler ilk fırsatta Çanakkale Cephesi’ne koşarlar.
Bunların başını da Medreseli, Daru’l-Fünunlu (İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi), Mekteb-i Sultanîli (Galatasaray Lisesi), İstanbul Sultanîli (İstanbul Erkek Lisesi), Vefa Sultanîli (Vefa Lisesi) ve Dârülmuallimîn-i Âliyeli (Çapa Anadolu Öğretmen Lisesi) öğrenci ve öğretmenleri çekmektedir.
Dünyanın dört bir yanından gelen Avrupalı, Afrikalı, Avusturyalı, Hintli ve Senegalli düşman askerleri, Gelibolu Yarımadası’na havadan, karadan ve denizden ölüm kusmaktadır.
Çanakkale Boğaz’ında âdeta “mahşer” yaşanmaktadır...
***
Susuzluk!..
Ürgüplü Mustafa Fevzi (Taşer), “Zığındere’de 38’lik mermilerden birisinin patladığı yerden su çıkmış, suyu görünce tahammül edemedim ve içmeye giderken düşmanın geçit noktasına tespit ettiği makineli tüfek kurşunuyla yaralandım...” derken cephede susuzluğun hangi safhada olduğunu bu sözlerle anlatıyordu...
***
Açlık!..
İhtiyat Zâbiti İsmail Hakkı (Sunata), askerlerin bazen kedi, köpek, karga gibi yenmesi makbul olmayan hayvanları da yemek zorunda kaldıklarını, hatta açlığın etkisinden çarıklarını kızartıp yiyenlere rastladığını hafıza kayıtlarına not düşüyordu...
***
Ölüm yağdıran kartallar!..
Mülazım-ı Evvel Cevat Abbas (Gürer), düşman uçaklarından “Ölüm yağdıran bu hava kartalları” diye bahsediyordu...
***
Corona’dan beter salgınlar!...
Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı cephelerinde salgın hastalıklardan ölen asker sayısı muharebelerde vefat eden asker sayısını geçmiştir. Çavuş Emin (Çöl) cephelerdeki kötü hijyen şartlarına dikkat çekerek, “Hijyen sorunlarına yol açan sebeplerin başında yetersiz su meselesi geliyordu. Cephelerde askerlerin kişisel temizliğe yeterince vakit ayıramaması su kıtlığı sorunuyla birleşince, kendisini ve giysilerini yıkamayan askerler, sadece pis kokmakla kalmayıp bitlenip hastalanmaya kadar varabilen sağlık problemleriyle karşılaşıyordu. Bir anlamda Osmanlı askerlerinin cephede bir diğer düşmanı da bitlerdi...” mücadelenin zorluğunu ifade ediyordu...
***
Toprağın altına inşa edilen şehirler!..
İhtiyat Zâbiti Münim Mustafa (Pekselek), “Âdeta yerin altında koca bir şehir vücuda getirilmiş, toprak köstebek yuvası gibi delik deşik edilerek binlerce mevcutlu kıtaların toprak üzerinde hiç görülmeden buralarda yaşaması ve hayatlarını kaybetmemesi temin edilmişti...” benzetmesi yaparak, harp tarihi literatürüne “siper savaşı” olarak giren Birinci Dünya Savaşı’nın Çanakkale Cephesi’nde cereyan eden hadiseleri tarihe not düşüyordu...
***
Siperler arasında kokuşan cesetler!..
Binlerce askerin siperde çok uzun zaman geçirmek zorunda olduğu koşullarda askerlerin tuvalet ihtiyacını gidermek, uygulanması son derce zor tedbirleri gerektirdiği gibi, sağlık sorunlarını da arttırıcı bir tehdit haline geliyordu. Ciddi sorunlardan birisi de siperler arasında biriken cesetlerin yol açtığı sağlık sorunlarıydı. Siperler arasındaki cesetlerin yaydığı koku ve bunların milyonlarca sinek için bir çekim ve ürüme kaynağı oluyordu. Sinekler, Çanakkale Cephesi’ndeki askerleri, modern silah teknolojisinden sonra belki en çok yıpratan ve uğraştıran problem oluyordu. Güllelerden ve mermilerden sonra Gelibolu’da en menfur saldırıyı sinekler gerçekleştiriyordu...
***
“Geçici ateşkes”le gömülebilen paramparça bedenler!..
Tahrip gücü yüksek topların uzun süreli bombardımanları, makineli tüfeklerin taraması, el bombaları ve piyade tüfeklerinin tek tek ölümcül mermileri, iki taraf arasındaki “tarafsız bölge”de çok sayıda asker cesedinin birikmesine yol açıyor, çatışmalar kesintisiz devam ettiği müddetçe bu cesetleri kaldırmak mümkün olmuyordu.
Bu sadece Osmanlı tarafının değil, İtilaf Devletleri’nin de sorunuydu. 24 Mayıs 1915 tarihinde Çanakkale Cephesi’nde her iki taraf için de ciddi sağlık sorunlarına yol açması nedeniyle cesetleri defnetmek amacıyla bir “geçici ateşkes” imzalanarak bu probleme geçici bir çözüm bulunmuştu. Fakat bu ateşkes elbette kısa süreliydi ve hemen akabinde çatışmalar kaldığı yerden devam ediyordu...
***
Mehmetçiğin ruhunda izler bırakan görüntüler!...
Siper savaşının bir neticesi olan, siperler arasındaki çürüyen cesetlerin yol açtığı sağlık sorunlar sadece fiziksel sağlık problemlerle sınırlı değildi. Parçalanmış insan bedenlerini günlerce görmek zorunda kalmak, askerler üzerinde ciddi bir olumsuz psikoloji etkisi yapıyor, siperlerdeki stres halini daha da ağırlaştırıyordu.
Histeri, gülle şoku, savaş nevrozu vakalarında büyük artış yaşanıyordu. Uzun süre siperlerde kalan ve çatışma ve bombardımanların stresi altında yaşayan askerlerde gülle şoku çoğunlukla donup kalma, kontrolsüz tikler, çığlık atma veya dil tutulması, eklemlerin kilitlenmesi, sürekli kâbus görme ve yaygın uykusuzluk sorunu gibi semptomlar ortaya çıkarıyordu.
İhtiyat Zabiti Safiyüddin Efendi, endüstriyel savaşın nasıl bir yıkım getirdiğini tüm çıplaklığıyla yansıtan şu ifadeleri 4 Ekim 1915’te günlüğüne şöyle not düşüyordu: “Diğer bir sipere gittiğimde gayet feci, iç kanatan bir manzaranın şahidi oldum. Yedi neferden oluşan bir şühedâ kafilesinin vücutları paramparça olmuş, bunlardan birisinin kellesi uçmuş yalnız vücut kalmış, bir diğeri iki ayağını kaybederek ruhunu teslim etmiş, bir üçüncüsünün ayak ve kolları uçmuş yalnız beden ve başının bir kısmı da meydanda yok idi. Dördüncü bir neferin parça parça olarak beyni akmış, diğerleri ise berikiler gibi tanınmayacak ve toplattırılmayacak bir halde toprak yığınları altında kalıp şehid olmuşlardı...”
***
Vatanını canından aziz bilenler!..
Osmanlı askerleri Çanakkale’deki savaşı bir ölüm kalım savaşı olarak gördükleri için, gerek İngilizlere gerekse de genel olarak İtilaf kuvvetlerine karşı öfkeleri cephenin ve savaşın sonuna kadar devam ettirme dirayeti gösteriyordu. Tabip İhtiyat Zâbiti Behçet Sabit (Erduran) günlüğüne düştüğü notta, “Bu korkunç savaşta akacak kanı kim ister. Fakat milletimizin namusu, vatanın kurtuluşu candan da aziz. Sürünecek, ezilecek canda ne lezzet olur?..” ifadesiyle Osmanlı askerinin bakış açısını özetliyordu...
Burası 7 düvelin üzerimize çullandığı Çanakkale Cephesi!..
Bu savaş, Hakla bâtılın savaşı...
Bu zafer, ölümü öldürenlerin zaferi...
***
18 Mart 1915’te başlayan ilk saldırı 9 Ocak 1916 tarihinde karşı donanmanın Osmanlı topraklarını tamamen terk etmesiyle son bulur.
Canlarını vatanları uğruna seve seve fedâ eden daha bıyığı terlememiş öğrenci ve öğretmenlerin çoğu geri dönemez. Öğrencilerini şehid veren okulların bir kısmı o tarihlerde mezun dahi veremez. Destanların yazıldığı, dramların yaşandığı bu süreç sonrasında, “eğitim hafızamız”da oluşan boşluk uzun yıllar doldurulamaz.
Çanakkale Cephesi’ndeki muharebelerde toplam 57 bin 84 Mehmetçik şehit olur.
Bu trajedilerle dolu savaşta Osmanlı’nın tahminen 240 bin askeri esir düşerken, 3 milyon insanı da şehit olur. Dünya genelinde ise bu savaşta 16 ilâ 19 milyon arası asker ve sivil hayatını kaybeder.
***
Türk milleti; Yemen, Medine, Kafkasya, Galiçya, Çanakkale’deki kahramanlıklara rağmen bu savaşta mağlup sayılır. Savaş sonunda Ortadoğu ve Arap Yarımadası’nda Türk egemenliği yerini İngiliz ve Fransız eğilimli manda yönetimlerine bırakır. Bölgede Irak, Suriye, Ürdün, Suudi Arabistan gibi devletler kurulur.
“Çanakkale Geçilmez” kılınır, fakat bunun bedeli olarak geleceğimizi inşa edecek hafızamız yok olur. 18 Mart’ta yazılmaya başlayan destanla 9 Ocak 1916’ta vatanımızı terk etmek zorunda kalanlar 13 Kasım 1918 tarihinde payitaht İstanbul’u işgal eder. Arkasından 3 kıtada 624 yıl hüküm süren koskoca Osmanlı Devleti çöker.
***
Türkiye, kaybettiklerinin hesaplaşmasını hâlâ yapmadı!..
Birinci Dünya Savaşı’nın aslında Türkiye için 1918’de değil, 1922’de sona ermesi, yani Mütareke’nin hemen ardından bir Millî Mücadele sürecinin başlaması ve yeniden bir seferberlik ilanı, binlerce Birinci Dünya Savaşı malûlünün içine düştüğü sefalet ve trajik durumun fark edilmesini zorlaştırmış, bu insanların harp sonrası hayata adapte olmaya çalışırken çektikleri sıkıntıları gözlerden uzak tutmuştur. Çanakkale’ye dair Türkiye’de mevcut olan gerek resmi söylem gerekse de hâkim kolektif hafızada Çanakkale Cephesi’ndeki siper savaşının bu travmatik boyutu yeterince dikkate alınmamış, hatta muhtemelen “kahramanlık hikâyeleri”ni gölgelemesinden kaygı duyulduğu için, bir ölçüde görmezden gelinmiştir.
1914’te patlak veren bu savaş, genel olarak her savaş gibi, metafizik veya materyalist anlamda kaçınılmaz bir çatışma değildi; ne de bir doğal afetmişçesine insanların ve ülkelerin üzerine çöken bir felaketti. Ekonomik ve siyasi çıkar hesapları doğrultusunda, ülkelerin kaderine yön veren mevkilerindeki karar alıcıların tercihleri sonucunda patlak veren küresel bir boğazlaşmaydı. Osmanlı’nın mirasçısı Türkiye, Cihan Harbi ve genelde savaş olgusuyla modern teknoloji arasındaki bu şizofrenik ilişki üzerine kapsamlı bir tefekkürde bulunmadığı gibi, Cihan Harbi’nde neler kaybettiğine dair bir travma hesaplaşmasını da tam olarak henüz yapmış değildir.
***
ÇANAKKALE ÖLÜMÜ ÖLDÜRENLERİN ZAFERİDİR
18 Mart Çanakkale Zaferi, dünyanın bütün küffarlarına karşı ümmetin bayraktarlığını yapan Türk Milletinin bir araya gelerek var oluş savaşını kazanmasıdır. Ya istiklâl, ya ölüm; diyenlerin ölümü öldürmesidir.
Bu kutlu mücadeleyi sadece bugün değil; her dem unutmayalım, unutturmayalım!..
“Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? / Şuhedâ fışkıracak toprağı sıksan, şuhedâ! / Canı, cananı, bütün varımı alsın da hüdâ, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüdâ...” diyerek eşi benzeri görülmemiş bir ruh haliyle bastığı yerleri “toprak!” saymayanların “Bedr’in Aslanları” gibi destan yazarak bize bıraktığı bir coğrafya üzerinde hüküm sürmekteyiz.
İman gücünün bâtıla galebe çaldığı bu destansı mücadeleyi; Kınalı Kuzularla, 15’lilerle, Seyit Onbaşılarla ve dahi isimsiz kahramanlarla anlayabilmek, anlatabilmek o kadar zordur ki, işte burası sözün bittiği yerdir. Bu eşsiz mücadeleyi sözlerle, tarihi tefekkürle irdelemek bile bazen yavan kalır.
Tamda sözün burasında İstiklâl şairimiz Mehmed Âkif’e ve hiç görmediği halde 5 bin 500 kilometre uzaklıkta hislerimize tercüman olan Pakistanlı millî şair Muhammed İkbal’e yürekten kulak kesilmek gerekir.
***
ÂKİF, ÇANAKKALE DESTANI’NI HİSSEDEREK YAZDI
“Bırak ihanet tam anlımdan vursun beni, / İsterse karanlık zindanlarda boğsun, / Eğer ölümüm yaşatacaksa Devleti, / Bu canı koruyan nefse yazıklar olsun...” diyerek duasında kendini unutan Millî Şairimiz Âkif’i ne kadar anlatırsak anlatalım, ifadeler hafif kalır.
Bize miras bıraktığı eserlerle yetişir imdadımıza; bir daha yazar Çanakkale Destanı’nı, “Âsım’ın Nesli” okusun diye...
Âkif dillere destan Çanakkale Destanı’nı yazar amma, görmemiştir, duymamıştır; fakat öyle bir hissettirmiştir ki, sarsılmamak mümkün değil.
Zaferin haberi gelmeden, Hicaz yolunda, El Muazzama İstasyonu’nda Âkif’le yolculuk eden Kuşçubaşı Eşref Bey anlatıyor: “Ay bedir halindeydi. Çöl gecelerinin parlak yıldızlı semasını, zaferimizin şerefine aydınlatan ayın bu efsanevî ışıkları altında, Mehmed Âkif bu güneşi unutturacak kadar parlak çöl gecesinde sabahladı. İstasyon binasının arkasındaki hurmalığın içine çekildi. Sadece hıçkırıklarını duyuyorduk. Sabahleyin, vazifesini tamamlamış fanilerin az kula nasip olan rahatlığıyla yüzüme derin derin baktı: ‘Artık ölebilirim Eşref. Gözlerim açık gitmez’ dedi…” (Ölümünün 50. Yıldönümünde Mehmed Âkif Ersoy, Yavuz Bülent Bakiler, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları)
ÇANAKKALE ŞEHİTLERİNE
Şu Boğaz harbi nedir? Var mı ki dünyada eşi?
En kesif orduların yükleniyor dördü beşi,
Tepeden yol bularak geçmek için Marmara’ya
Kaç donanmayla sarılmış ufacık bir karaya.
***
Ne hayâsızca tehaşşüd ki ufuklar kapalı!
Nerde -gösterdiği vahşetle- “Bu bir Avrupalı!”
Dedirir: Yırtıcı, his yoksulu, sırtlan kümesi,
Varsa gelmiş, açılıp mahbesi, yâhud kafesi!
***
Eski Dünya, Yeni Dünya, bütün akvâm-ı beşer,
Kaynıyor kum gibi… Mahşer mi, hakikat mahşer.
Yedi iklimi cihânın duruyor karşısında,
Ostralya’yla beraber bakıyorsun: Kanada!
***
Çehreler başka, lisanlar, deriler rengârenk;
Sâde bir hâdise var ortada: Vahşetler denk.
Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ…
Hani, tâ’ûna da zuldür bu rezil istilâ!
***
Ah, o yirminci asır yok mu, o mahhlûk-i asil,
Ne kadar gözdesi mevcud ise, hakkıyle sefil,
Kustu Mehmetçiğin aylarca durup karşısına;
Döktü karnındaki esrârı hayâsızcasına.
***
Maske yırtılmasa hâlâ bize âfetti o yüz…
Medeniyyet denilen kahbe, hakikat, yüzsüz.
Sonra mel’undaki tahribe müvekkel esbâb,
Öyle müdhiş ki: Eder her biri bir mülkü harâb.
***
Öteden sâikalar parçalıyor âfâkı;
Beriden zelzeleler kaldırıyor a’mâkı;
Bomba şimşekleri beyninden inip her siperin;
Sönüyor göğsünün üstünde o arslan neferin.
***
Yerin altında cehennem gibi binlerce lâğam,
Atılan her lâğamın yaktığı yüzlerce adam.
Ölüm indirmede gökler, ölü püskürmede yer,
O ne müdhiş tipidir: Savrulur enkâz-ı beşer…
***
Kafa, göz, gövde, bacak, kol, çene, parmak, el ayak,
Boşanır sırtlara, vâdilere, sağnak sağnak.
Saçıyor zırha bürünmüş de o nâmerd eller,
Yıldırım yaylımı tûfanlar, alevden seller.
***
Veriyor yangını, durmuş da açık sinelere,
Sürü halinde gezerken sayısız tayyâre.
Top tüfekten daha sık, gülle yağan mermiler…
Kahraman orduyu seyret ki bu tehdide güler!
***
Ne çelik tabyalar ister, ne siner hasmından;
Alınır kal’a mı göğsündeki kat kat iman?
Hangi kuvvet onu, hâşâ, edecek kahrına râm?
Çünkü te’sis-i İlâhî o metin istihkâm.
***
Sarılır, indirilir mevki’-i müstahkemler,
Beşerin azmini tevkif edemez sun’-i beşer;
Bu göğüslerse Hudâ’nın ebedî serhaddi;
“O benim sun’-i bedi’im, onu çiğnetme” dedi.
***
Âsım’ın nesli… diyordum ya… nesilmiş gerçek:
İşte çiğnetmedi nâmusunu, çiğnetmeyecek.
Şûhedâ gövdesi, bir baksana, dağlar, taşlar…
O, rükû olmasa, dünyâda eğilmez başlar…
***
Vurulmuş tertemiz alnından, uzanmış yatıyor,
Bir hilâl uğruna, yâ Rab, ne güneşler batıyor!
Ey, bu topraklar için toprağa düşmüş, asker!
Gökten ecdâd inerek öpse o pâk alnı değer.
***
Ne büyüksün ki kanın kurtarıyor Tevhid’i…
Bedr’in arslanları ancak, bu kadar şanlı idi.
Sana dar gelmeyecek makberi kimler kazsın?
“Gömelim gel seni tarihe” desem, sığmazsın.
***
Herc ü merc ettiğin edvâra da yetmez o kitâb…
Seni ancak ebediyyetler eder istiâb.
“Bu, taşındır” diyerek Kâ’be’yi diksem başına;
Ruhumun vahyini duysam da geçirsem taşına;
***
Sonra gök kubbeyi alsam da ridâ namıyle,
Kanayan lâhdine çeksem bütün ecrâmıyle;
Mor bulutlarla açık türbene çatsam da tavan,
Yedi kandilli Süreyyâ’yı uzatsam oradan;
***
Sen bu âvizenin altında, bürünmüş kanına;
Uzanırken, gece mehtâbı getirsem yanına,
Türbedârın gibi tâ fecre kadar bekletsem;
Gündüzün fecr ile âvizeni lebriz etsem;
***
Tüllenen mağribi, akşamları sarsam yarana…
Yine bir şey yapabildim diyemem hatırana.
***
Sen ki, son ehl-i salibin kırarak salvetini,
Şarkın en sevgili sultânı Salâhaddin’i,
Kılıç Arslan gibi iclâline ettin hayran…
Sen ki, İslâm’ı kuşatmış, boğuyorken hüsran,
***
O demir çenberi göğsünde kırıp parçaladın;
Sen ki, ruhunla beraber gezer ecrâmı adın;
Sen ki, a’sâra gömülsen taşacaksın… Heyhât!
Sana gelmez bu ufuklar, seni almaz bu cihât…
**
Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber,
Sana âguşunu açmış duruyor Peygamber.
(Mehmed Âkif Ersoy, Safahat, Âsım)
***
İşte bu ruh haliyle Çanakkale Destanı’nı yazmış adama kalkıp birileri hezeyanlarını kusacak. Çanakkale Zaferi’nin yıldönümünde, şehitleri anma töreninde dönemin meşhur şairlerinden birisi kürsüye çıkıp diyecek ki, “Maalesef, Çanakkale Şehitleri için güzel, şehitlerimizin şanına layık bir Türk şairi tarafından bir şiir yazılamadı. Çanakkale Destanı’nı yazan Türk değildir. Çaresiz Türk olmayan bir adamın şiirini okuyacağız...” (Osman Yüksel Serdengeçti’nin Âkif’in yakın arkadaşı Hasan Basri Çantay’dan nakli) Bu hezeyanları duyan koskoca Âkif çocuklar gibi hüngür hüngür ağlayacaktır.
Ar damarı çatlamışların kustuğu hezeyanlar artarak devam eder. 1918’li yıllarda Robert Koleji’nden yetişen bir kızın verdiği konferansta Mehmed Âkif’ten “beyni sağır, gözü kör” olarak bahsetmesi üzerine, Âkif hayasızlara kendine yakışan şu cevabı verir:
“Beraber ağlamazsın, sonra, kör dersin, sağır dersin.
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin, hem ürpersin!
Ne ibret, yok mu, bir bilsen kızarmak bilmeyen çehren?
Bırak tahsili, evladım, sen ilkin bir haya öğren!..”
Âkif’e bühtanlarını kusanlar nefretlerinin dozajını artırmaya başlar. Küstahlıkta sınır tanımayan bir kalemşör yazdığı başmakalede, “Hadi git artık, sen kumda oyna!..” der.
Hicret etmeye zorlanmış, iki dönem mebusluk yaptığı halde maaşına el konmuş, kalan ömrünü yoksulluk içinde geçirmeye mahkûm edilmiş millî bir şair. “Dünyada başka bir örneği var mı?!..” diye sormuyorum. Çünkü yok.
/////
***
MUHAMMED İKBAL: BUYURUN, BU ÇANAKKALE ŞEHİDİNİN KANIDIR
1915’te Mehmetçikler şanlı bir direnişle Çanakkale Boğazı’nı savunurken cepheden 5 bin 500 kilometre uzaklıktaki Pakistanlılar Osmanlı Devleti’ne destek için Lahor Meydanı’nda destek mitingi düzenler. Bu mitingi düzenleyenler Çanakkale’de çarpışan Türk milletine yardım ve gönüllü toplamayı amaçlar. Kendileri İngiliz sömürgesi altında inim inim inlemelerine, bütün tehditlere rağmen meydanda açılan sergilerde Çanakkale için çok büyük yardım toplarlar.
Pakistanlı kadınlar kollarındaki bilezikleri, kulaklarındaki küpeleri, erkekler ise zor günler için bir köşeye ayırdıkları paraları verirler.
O gün Lahor Meydanı'nda toplananlara hitap edeceklerden birisi de Pakistan’ın manevi kurucusu, Şairi Âzâm Muhammed İkbal’dir. Topluluk büyük bir heyecanla İkbal’in seslenişini beklemektedir.
İkbal birkaç gün önce Peygamber Efendimizi (sav) rüyâsında görmüştür. Rüyâsında huzuruna çıktığı Hz. Peygamber’in kendisine hediye olarak ne getirdiğini sorması üzerine, Cennet’te bile bulunmayan bir hediye getirdiğini söyleyerek, içinde Çanakkale şehitlerinin kanının bulunduğu şişeyi Hz. Peygamber’e sunmuştur. İkbal hicap içerisinde birkaç gün önce gördüğü bu rüyâyı dizelere dökmüştür.
İkbal meydandaki insanlara başlar gül kokulu rüyâsını anlatmaya:
“Dedi Hz. Muhammed (s.a.v.)
Cihan bahçesinden bana bir koku gibi yaklaştın,
Söyle bana ne gibi bir hediye getirdin?
Dedim: Ya Muhammed (s.a.v.) dünyada yok rahatlık
Bütün özlemlerimden umudu kestim artık
Varlık bahçesinde binlerce gül, lale var
Ama ne renk, ne koku... Hepsi de vefasızdır
Yalnız bir şey getirdim kutlanmıştır tekbirlerle
Bir şişe kan ki, eşi yoktur namusudur, vicdanıdır
Buyurun, bu Çanakkale şehidinin kanıdır.”
İkbal bu duygu dolu dizeleri okurken Lahor Meydanı’nı dolduran yüzbinlerle birlikte kendisi de gözyaşlarına boğulmuştur.
Muhammed İkbal’in hiç gelip görmediği topraklarımıza ve bağımsızlık mücadelemize verdiği bu koşulsuz destek, biz Türklerle Pakistanlılar arasında ebedi kardeşliğin mührüdür. Büyük bir şair, felsefeci ve dava insanı olduğu tartışılmaz Muhammed İkbal’in Türk milleti nazarında sahip olduğu itibar ve sevginin nedenlerinden biri de Kurtuluş Savaşı yıllarında Pakistan halkını Türk Millî Mücadelesi’ne destek vermek için örgütlemesi ve millî mücadelede kullanılmak üzere alt-kıta Müslümanlar halkının topladığı 1,5 milyon sterlinin Türkiye’ye yollanmasına öncülük etmesidir.
“Doğu’nun Şairi” İkbal’in en dikkat çeken felsefesi umuda yaptığı vurgudur. Gelişmek ve yükselmek için, Müslümanların bağımsız düşünmeleri gerektiğini savunur. İngiltere hükümetinin sömürgesi durumunda olan Hindistan’daki Müslüman uyanış hareketinin en etkili isimlerinden biri olur. Bu yönüyle İkbal’in Pakistan maneviyatındaki yeri bizim gönlümüzdeki İstiklâl Şairimiz Mehmed Âkif Ersoy’un makamıdır.
****
Pakistan halkının, Kurtuluş Savaşımız sırasında ekmeğinden artırarak gönderdiği yardımları hiçbir zaman unutmadık, unutturmayacağız!..
Kardeşlerinin İstiklâl Mücadelesi’ne katılarak canlarını feda eden Hint Hilafet Hareketi’nin öncüleri Ali Kardeşleri (Muhammed Ali ve Şevket Ali Jaukar), Abdurrahman Peşaverileri unutmadık, unutturmayacağız!..
Haydarabad'dan İslamabad'a kadar tüm kardeşlerimizin Türkiye için, Türkiye'nin istiklâl ve istikbâli için seccadelerine kapanıp dua etmelerini unutmadık, unutturmayacağız!..
Her türlü baskıya tehdide yokluğa rağmen Türk milletini yalnız bırakmayan vefa abidesi kardeşlerimizi unutmadık, unutturmayacağız!..
Kaynakçalar:
Doç. Dr. Mehmet Beşikçi, Cihan Harbini Yaşamak ve Hatırlamak, İletişim Yayınları
Atilla D. Yerlikaya, Cive Pakistan, Kırmızı Kedi Yayınları