Ölümü Güzelleştiren Şair
İçimde ölen öldü kalan kaldı ben aynı
(Sezai Karakoç, Sesler, 1962, s. 100-101)
İnsan,
ruhun bâki olduğunu ve gidenin “mekân değişikliği” yaptığını bilerek yaşar. Pek
çoğumuza doğumdan itibaren işlenmeye çalışılan bu hakikat, kitabi bilgi yoluyla
olduğu kadar, sezgisel olarak da kendini ortaya koyar. Yaranın iyileşmesi,
baharın gelmesi, kuruyan çiçeklerin açması, göçmen kuşların dönmesi ve toprağın
suyla uyanması yeniden dirilişin
algımıza hitap eden tezahürleridir.
Ferdin
ayrılık karşısında duyduğu derin acının bir bilim adamı, bir sanatkâr, bir Hak
âşığı, vatana kendini adamış bir nefer gibi abide şahsiyetler söz konusu
olduğunda toplumu kuşatan bir tavra bürünmesi “bilmemek” sebepli değildir.
Yaşamı boyunca onlarca insanın hakkına hukukuna giren, yalan söyleyen, kendini
haset ile besleyen, kötülük eden, cana kıyan, zulmeden milyonlar da bilir ki
ölüm var ancak bu, öteler anlayışından yoksun, içselleştirilemeyen bir ölüm
onlar için. O mühletli ayrılığı özümseyebildiği halde kedere gark olanlar ise,
dünya hayatındaki azalışlarına üzülürler en çok. Bencildir bu üzüntü, bir kere
daha görebilme ihtimâlinin ahından nasip alır.
Yakın
zaman önce büyük bir şair, âlim ve mütefekkir olan müstesna bir kıymeti aslî
vatanına yolcu ettik. Şiirin insanda vücut bulan en nadide hâliydi o… Yaşadığımız
ise kendimize dair duyduğumuz ben odaklı hüzündü. Çünkü pek çok kimse şairi
dünya gözüyle görebilmek ümidini hep diri tuttu. Nedense üstatla yağmurlu bir
havada, Mısır Çarşısı civarında, dibek kahvesi alırken karşılaşıvereceğime dair
çocuksu bir inancım vardı benim de. Baharat kokuları arasından bir rüya gibi
çıkıveren, kapanmış şemsiyesini baston gibi tutan; o mu siyah paltosuna sarılıyor,
palto mu ondan feyz alıyor tepeden tırnağa tevazusu içinde anlaşılamayan,
“Monna Rosa” şiirini ezberden okuyarak selamlayınca tebessüm eden bir buluşma
tasavvuru vardı zihnimde… Nasip olmadı. Sadece ümidimiz yerini uzak bir hayale
bıraktı. Ancak bu irtihal bir kere daha gösterdi ki kişi, yaşantısının ve hâlinin
büyüklüğü ölçüsünde bir tesir bırakıyor. Kitlelerin hüznünü ve duasını imrenilesi
bir hikâyeyi miras bırakarak bir merkezde topluyor. Şiirleri kutlu bir şarkı,
ezberlenmiş bir dua gibi dilden dile, kalpten kalbe intikal eden Sezai Karakoç
da ötelere vuslatıyla bizlerde derin ve gittikçe artacak olan bir hasret
duygusu husule getirdi. Düşünüyorum da, ömrünce karşılaşmadığı ancak kelimeleri
ile ulaştığı kimselerde babasını, yârini, dostunu kaybetmişçesine onulmaz bir
yara açmak, güzel ve samimi bir ömrün sadırlara akseden kuvveti ile
açıklanmazsa başka ne ile izah edilebilir?
Monna Rosa, Köşe,
Kapalı Çarşı, Sürgün
Ülkeden Başkentler Başkentine, Şahdamar,
Anneler ve Çocuklar, Balkon, Kara Yılan, Şehrazat, Hızırla Kırk Saat, Liliyar ve daha pek çok şiirini toplumun hafızasına nakşeden şair,
mısraları ile nesillerin nabzını tutabilen; aşka, yağmura, merhamete, çocukluğa,
anneye, acıya, çarpık modernleşmeye, hasrete dair birikenleri yeni bir ses ve
tavırla ortaya koyabilen ender kabiliyetlerdendi. Münzevi bir yaşam sürse de
milletiyle bu kadar hemdem olabilmesi, milletine hemdert olabilmesi “o ses” i
yakalamasındandı. Diğer taraftan o, tahayyülleri zorlayan medeniyet şuuruyla,
kadim kültürü yeni terkiplerle yeşertebilme kabiliyetiyle, yüzünü batıya
çevirmeyen Doğu algısıyla sancı çeken ve kendini bir sancıya hasretmenin
hikâyesini ortaya koyabilen devasa bir gönüldü:
Kaç aşktan ters yüz edilmiş
Aşık varsa hepsi ben
Bütün çiçeklerle donanıp
Bütün insanlarla ölen (Çatı, 1961, s.
82)
Edebiyat Yazıları’nda “peygamberler de gelmişlerdir; ama onlar
“dosdoğru” gelmişlerdir. “Gönderilmişler”dir. Gelmenin, gönderilmenin
bilincindedirler. Oysa sanatçı, çoğu kez, geldiğini bile bilmez (I, s. 25),
diyen Karakoç, gönderildiğini bilenlerdendi hiç şüphesiz. İmbikten geçirdiği
bir yaşam anlayışıyla ölümü bir kez daha güzelleştirdi. Bu hâliyle bize
yaşantının yazılandan hisse aldığını da ispat etti. Zaten ölümle yıkanmak
şiarıydı şairin;
“Seni
çevreleyen ilahi dünyayı gönlünde öldüreceğine sen git ölümde yıkan, ölüm ab-ı
hayatında yıkan ve ebedî hayat bularak geri dön. Toprak, işte böyle anlamlı bir
çağrıdır insana (Yitik Cennet, s. 21).”
Sezai Karakoç madde ve gösterişin
hâkimiyetini reddeden onurlu bir ömür yaşadı. Üzerine yazılan sayısız eser, hakkında
yapılan onlarca tez, şiirini merkez alan inceleme metinleri ve hayatta iken
okunup kanıksanan eserleri de onun ebedî yolculuğuna çıkmadan takdir
edildiğinin göstergeleridir. Biz, bize daima Allah’ı ve hakikati hatırlatan
mütefekkir şairden razı olduk, onu çok sevdik. Rabbim de sevsin ve sevindirsin.
Selam ile.