Ölüme güzelleme
İyi ki ölüm var.
İyi ki burada, yanımızda, hayatın tam ortasında. İyi ki yukarıdan bomba
yağdıranların üstünde, iyi ki o bombaları yağdıranların hemen gerisine. İyi ki
bombalar susunca onun da konuşacağı bir an gelecek. Sanılanın aksine ölüm
hayatın düşmanı değil, gerekçesi ve yegâne garantörüdür. Bu, ille de ölümden
sonra da hayatın devam edeceğine yönelik beklentiden kaynaklanmıyor. Ölüm
sonrası bizi hiçliğin beklediğini varsaysak bile hayat için yine de ölüm
zorunlu olurdu. Güneş sistemini var eden tek şey, ışık değildir. Onu çevreleyen
ve görüntüye tahvil eden karanlıktır aynı zamanda. Kıyıları karanlıkla çevrili
olmasa evrenin ışıltılı yerlerinin ne anlamı olacak? Bir toz bulutu gibi
hayatın her tarafına savrulmuş ölüm zerreleri sayesinde hayat olduğundan çok
daha değerli, çok daha muhteşem, çok daha belirgin hale geliyor. Orada, ölümün
olduğu yerde, aldığımız ilk nefesi vermenin, ağırlıklarımızdan kurtulmanın
derin anlamı var.
Hayatın ölümü
dışlaması, ölüm ile ilgili kodları görünmezleştirmesi, ölümün anlamını
daraltması basit bir kaçıştan öte hiçbir mana ifade etmiyor. Belki de ölümün
üzerimizdeki etkisini geçmişte olduğundan çok daha belirgin hale getiriyor.
Ölüm öyle bir vakıa ki ondan ne kadar hızlı kaçarsanız ona o kadar çabuk
yakalanıyorsunuz. Ölümün yönü ile hayatın pusulası birbirini tamamlamıyor. Ona
özgü görünmezlik onu kendisi açısından kuvvetli, hayat açısından sayısız
zafiyet alanı ortaya çıkarıyor. Böylece ölüm ile ilişkimiz o yüzümüze bile
bakmazken bizim onunla sayısız temassızlık alanı inşa etmemiz, dahası onun
adına ve burada, hayat sahnesinde onun adına karar vermemiz gibi oldukça saçma
bir arayışı beraberinde getiriyor. Hayır, o ertelenemez, yok edilemez, gözden
ırak tutulsa bile bedenden uzak tutulamaz bir gerçektir ve bunu hiçbir zaman,
hiçbir medeniyet, hiçbir bilimsel gerçeklik ortadan kaldıramayacak. Çünkü ölüm
bittiği an hayat da bitecek ve hayat olduğu sürece ölüm de orada, bulunduğu
yerde ölümü elleriyle tutmayı sürdürecek.
Ölümün ellerine
doğuyoruz hepimiz. Ölümün kolları tarafından kavranıyor, sarıp sarmalanıyor,
ölüm tarafından kontrol ediliyoruz. Ölüm bize nefes veriyor, besleyip
büyütüyor, sonra da yanına alıyor. Bu gerçeği kavradığımız an hayatın
olduğundan çok daha büyüleyici hale geleceği ortada. Ölümü hayatın dışında ve
onu her an yok etmeye hazır bir “canavar” gibi değil de dünyanın pisliklerini
temizlemek için fırsat kollayan bir yağmur, çöpünü temizlemek için yola çıkan
bir ırmak, tozunu sürüp atmak için yola çıkmış bir rüzgâr, plastiğini eritmek
için yola çıkmış bir ateş gibi düşünmeli. Eğer hayat gerçekten kusursuz ve
kötülükten arınmış, eğer insan gerçekten melek, eğer doğa gerçekten kendini
koruma gücünü mündemiç bir yer olsa belki ölüme bu kadar ihtiyaç duymaz, onu bu
kadar sevmek zorunda kalmaz, en azından gerekliliğine inanmazdık. Ancak ilk
insandan günümüze dünyada topraktan çok kötülük var, gökten daha geniş
zulümler, rüzgârdan daha hızlı silahlar, ateşten daha yakıcı adaletsizlikler
var ve insanın bittiği yerde ölüm başlıyor, iyi ki başlıyor.
Ölüm olmasa bile
onu yaratmak, hayatın içine, tam ortasına bir işaret levhası olarak koymak
gerekirdi. Bazen insanın sesi kötülüğü susturmaya yetmiyor. Bunca Tanrı kelamı,
bunca peygamber, bunca ahlak, etik, estetik kötülüğü yeryüzünden kazımaya,
insanın insan üzerindeki zulmünü ortadan kaldırmaya yetmiyor. Onun hakkından
ölüm geliyor. Değilse, dünyanın gelmiş geçmiş en azılı zalimlerinin ölümsüz
olduğunu düşünsenize? İnsanın insana kul/köle yapıldığı sistemleri, öğretileri
ölümsüz olarak düşünsenize? Öç almak istediğiniz ama buna gücünüzün yetmediği
muhatabiyet ilişkilerinin sonsuza kadar sürdüğünü düşünsenize? Yakalandığınız
amansız ve ağrılı bir hastalığın pençesinden asla, hiçbir zaman
kurtulamayacağınızı bir düşünün… Sıradan bir diş ağrısının bile ölümü çağırdığı
bir zafiyet ortamında varoluşsal ağrıların, haksızlık, hukuksuzluk zemininin
yarattığı acıların giderilmesinin tek yolu ölüm değil de nedir? Ben şahsen,
kendi adıma, ölümle burun buruna gelip artık hiçbir kaçış şansının kalmadığını
gören bir diktatörün gözlerindeki korkuya dünyanın hiçbir keyfini değişmem.
Eğer dünyada
ufak tefek iyilikler varsa bu ölüm sayesindedir. Eğer hayat kendini yeniliyor
ve merhamete, adalete, hak hukuk tanımaya kısa süreliğine nefes hakkı tanıyorsa
bu ölüm sayesindedir. Ölüm karanlık gibi değil, gece gibidir. Yaraları
iyileştirir, yorgunlukları giderir, ağrıları dindirir, kırıkları tamir eder,
yarımları tamamlar. Günümüzde yaşananlara bakınca ölümün değerini daha iyi
anlıyor insan. Ya çocukları öldürenler de ölmeseydi? Ya kadınları çocuksuz,
çocukları annesiz bırakanlar da ölmeseydi? Ya her şeyin bittiği, çarelerin
tükendiği yerde, insanın boynunu bükmekten başka hiçbir şey yapamadığı o
kilitlenme noktasında ölüm imdada yetişip zulmün üzerine ölüm çizgisini çekip
hayata yeniden başlama fırsatı tanımasa sonsuz hayatın kendisi bile bir anlam
ifade eder miydi? Ölümün olmadığı bir hayatı Tanrı niye yaratsın ki?