Ölüm Koşusu
Ölümün hayattan daha hızlı koştuğu zamanlarda yaşıyoruz. Hastalığın, sağlığın peşinden koşmayı bırakıp bulduğu her yerde üstüne abandığı, kötülüğün iyiliği yorgun düşürdüğü, mecalsiz bıraktığı zamanlarda… Hayatın değil, ölüm imgelerinin çoğaltıldığı; hayatın değil ölümün kutsandığı; hayatın değil, ölümün sıradanlaştırıldığı, meşrulaştırıldığı hatta. Heyhat, ölüm törenlerinin yerini ölüm istatistiklerinin aldığı kahpe çağın solgun çiçekleriyiz biz.
Ölüler ve ölümler çoğaldıkça hayatın keyfi nasıl da kaçıyor. Ne vakit bir ölüm haberi alsak güneş ansızın rengini yitiriyor, ışık ansızın soluklaşıyor, neşe ansızın boynunu büküp kenara çekiliyor. Güneş istemeye istemeye doğuyor sanki böyle anlarda, gün istemeye istemeye başlıyor. Daha baştan, gözlerimizi açar açmaz, bir gün öncesinin ölüm haberleri saçlarımızdan ruhumuza sızıp hayatı olduğundan çok daha ağır, çok daha çileli bir sürece dönüştürüyor. Ve elbette o gün yine, bir daha olacaklardan, olabilme ihtimali bulunanlardan korktuğumuz için uykumuzu uzatıyor, biraz daha geç uyanmak için gözlerimizi kapatıyor, engelleyemediklerimizden, en azından kaçmak istiyoruz. Sabahları bilincimiz açıldığı, artık uyanmak gerektiği halde, bir dakika daha geç kalmanın zaten orada, burnumuzun dibinde, bizim için hazırlanmış gerçeği erteleyeceğini düşünüyoruz safça. Aynı saflıkla televizyonun düğmesine basmıyor, boş boş bakıyoruz kendisi de boş, ruhu alınmış odamızın içinde. Aynı saflıkla geceden sessize aldığımız veya büsbütün kapadığımız cep telefonumuza solgun gözlerle bakıyor, oradan gözlerimize, gözlerimizden yüreğimize inecek yeni felaket haberleriyle karşılaşmayı erteliyoruz. Her iletişim aracı bir tabut, açılan her tabut kapağı gözlerimize keder bulutu yükleme potansiyeli bulunan bir ‘haber ölüsü’ artık.
Ölümle ve kötülükle ilk karşılaştığımız anlarda olduğu gibi büyük hiçlikler, büyük belirsizlikler, büyük çaresizlikler ve büyük yalnızlıklar dolduruyor varlığımızı. Hayat çiçeklerini ölüm çelenklerine dönüştüren zehirli düşünceler işgal etmiş dünyayı. Betonların her yeri kapladığı, çiçek açma ihtimali bulunan tek yer mezarlıklar artık. Altında ölülerin yattığı münbit topraklara döndü dünyamız. Ölülerden ilham alan, ölüler sayesinde ayakta kalan, ölülerin beslediği bedenler alanı yeryüzü. Kahvaltılarda ölüm konuşuluyor, öğleleri ölüm dolduruyor ruhumuzun hayata aç gözeneklerini, ikindileri selalar, akşamları dualar okunuyor, geceleri sessizce giriyor yatağımızdan içeri ölülerden arta kalan ölüm tahayyülleri, rüyalarımıza ölüler ve ölümler giriyor ve rüyamız gerçeğimiz ve gerçeğimiz rüyamız olmasın da ne yapsın? Ne yapsın, gökyüzünü ölü kuşlar doldurmuşsa çocuklar, yere bakmaktan başka?
Ölüm oyunları oynuyor çocuklar cep telefonlarında, internet kafelerde. Bilmedikleri, tanımadıkları ‘düşmanlara’ silahlarını doğrultup öldürüyor, öldürdükleri her ‘düşmana’ karşılık bir nara atıyorlar. Kendilerine yönelmiş bilinmedik silahlardan yayılan mermiler onları bulunca hüngür hüngür ağlıyor, ölmüşler, gerçekten ölmüşlercesine ağıt yakıyorlar ekranın karşısında, hayatın içinde olduklarını unutarak. Ekranlar gökyüzünü unutturunca oyunlar da hayatı unutturuyor. Çocukların retinalarından içeri girip vücudun bütün odalarını dolaşan ekranlar; ola ki girilmedik taze, insansı, ölüm imgesi karışmamış sıcacık bir köşe var, orayı da metale çevirmek için… Ekranlar, çocuklar için oyun, büyükler için ölüm egzersizleri…
Hayat yerine ölümü düşünüyor gençler de. İnsanı imha stratejileri icat ediyor daha büyükleri, toplu imha teorileri kuruyor, kıpırdayan her şeyi anında vurabilme yeteneğini geliştirme simülasyonları yapıyor en büyükleri de. Sanat, kötülük yapma işleviyle donanmış, bilim dünyayı parsel parsel kötülüğe dönüştürmenin hendesesiyle meşgul, mühendislik en hızlı ölüm makineleri yapma uğraşında. Siyasette zaten baştan, en başından beri bir gelenek insanlığı yok etme pahasına dünyayı ele geçirme hesapları. Allah korkusu kul korkusu ile yer değiştirince kötülüğün sınırlarını kim tayin edebilir ki? Ve insan, Tanrı’sını unutan insan, içine şeytan kaçan insan, düşman addettiği son muhatabı da yere sermeden, dünyanın tek sahibi olmadan rahat hissedebilir mi kendini?..
Dünyanın sahibi olmaya ayarlanmış her şey. Bütün düzen buna göre kurulmuş: Sosyal bilimler, fen bilimleri, mühendislikler, hatta sağlık bilimleri insanı yaşatmanın, biraz daha yaşatmanın değil; dünyayı güzelleştirmenin, biraz daha güzelleştirmenin değil; varolanı korumanın, biraz daha korumanın değil; kendisinin yaşaması pahasına, geriye kalan her şeyin yok edilmesi için kurgulanmış. Son düşman da öldürüldüğünde ve oyun bittiğinde sinirlenen çocuklar elindeki telefonu fırlatıp atar. Son düşman öldürüldüğünde dünyanın sahipleri ne yapacak? Dünyayı fırlatıp atacaklar. Muhatap bulamadığında iğnesinin ucundaki zehri kendine zerk eden akrepten ne farkın var, insanoğlu?
Hayatı değil ölümü getiriyor başlayan her yeni gün pencereden içeri. Geleceği esir almış geçmişler eşliğinde somurtup duruyor şimdilerimiz. İçimizde kabarıp duran yaşam karşıtı zehir, bizden habersiz, bir yerlerde, bizim için hazırlanan başka zehirlerle buluşuyor; içeriden dışarıya da dışarıdan içeriye de zehirler yürüyor artık oksijen yerine. Uzaktan kumandasıyla arabasını hareket ettiren çocuklar gibi, düşmanlık dostluğun, kötülük iyiliğin, hastalık sağlığın, mikrop hücrenin, virüs nefesin kumandasını eline geçirmiş tepinip duruyor.
Tek medeniyet, tek din, tek ideoloji, tek bayrak, tek millet, tek dil, tek renk, yek-ahenk adına dünyayı Mars’a çeviriyor Batı. Roma medeniyeti, Hristiyanlık, Yunan felsefesi, Batı Birleşik Devletleri bayrağı, Anglosaksonluk, İngilizce ve beyaz, alt edince geriye kalanları, sanki hikaye bitecek? Sanki dünyanın bütün renkleri tek renge büründüğünde hayat devam edecek? Sanki dünyanın bütün devletleri yenildiğinde tek devlet ayakta kalacak? Sanki dünyanın bütün çiçekleri kuruduğunda tek çiçek dünyayı güzel gösterecek? Sanki dünyanın bütün sesleri kesildiğinde insanlık musikisi çalmayı sürdürecek? Sanki herkes öldüğünde öldürenler ölümden muaf tutulacak? Sanki insanın yerini cesetler, evlerin yerini mezarlıklar aldığında hayatın nabzı daha gür atacak? Söyleyin, söyleyin bana ey ölüm kusucuları, ey ölü püskürtücüler; mezarlıklardan daha tekdüze, mezarlardan daha sessiz neresi var?
Ölümün bacakları uzadıkça hayatın elleri kısalıyor ne yazık ki. Ölüm koşusu hızlandıkça elleri daha çok üşüyor insanlığın. Tetiğe dokunana kadar elleri ayaklarından daha zarif değil miydi insanlığın?..