Ölüm Camları
Düz bir çizgi değil hayat. Kaderin makas değiştiren sapakları var. Bir gün, bir yerde, bir vakit, mutlaka duruyor saat… Başlangıç ile bitiş arası alabildiğine kısa; ödünç aldığın nefesi veriyor, ödeşiyorsun hayatla, budur kıssa…
Sanki bir yamaca bırakılıyorsun, sanki bir bahar mevsimi, bir yamaçtan yukarı bakıyorsun. Sanki bir patika uzanıyor önünde, sanki sonsuzluğa karışıyor, uzakta, hiçbir zaman varamayacağını düşündüğün belirsiz bir nokta...
Sonra başlıyor yolculuk, önce düz, ardından hafif yokuş yukarı… Sonra biraz yorgunluk, ama henüz değil. Sonra biraz keyifli hayat, yaza doğru, bir kuşluk vakti. Mendilini çıkarıyor, çime yayıyorsun, kahvaltı vakti… Bütün kahvaltılar güzeldir. Sabaha yürüyen, sabahta toplanan bütün vakitler güzeldir. Sabaha uyanmak, sabahta uyanmak, sabahı uyandırmak, sabahla uyanmak, sabahı vakitlerin ecesi yapmak ve kahvaltıdır şahı öğünlerin ve gençlik elbette ışıl ışıl parıldayıp durur orada, sabahın erinde, ömür vadisinin eteklerinde… O da biter.
Yürümek gerektir, yürürsün. Her bahçeden bir gül alır ellerin, her sapakta bir dikene rastlar ayakların. Çimenler kadar ısırgan otları, çiçekler kadar bataklıklar, kahvaltılar kadar karın ağrıları, maviler kadar griler, inişler kadar çıkışlar yoklayıp durur seni. Bu yolculuğa hüküm giymiş bedeni.
Yorgunluk gölgesidir ölümün. Gelmeden gönderdiği haberci… Bir ağacın duldasına yerleşir, iki nefes alayım dersin. Dizlerinin bağı çözülmüştür ve zirve yakındır artık. Zirveye varma duygusu yorgunluğu enerjiye tahvil eder, ölüm çeker gider bir yolunu bulup. İnsanlar, sesler, görüntüler, uğultular arasında devam eder yolculuk. Başın bulutlara değer, bazen de ağrır. Pınarların yankısı içinde erir, bazen de boğmaya çalışır. Ateş ısıtır arada bir, bazen de ısırır. Biteviye durur, zirve öncesi dağın bu yüzüne bakarsın. Yola başladığın yere… İlk adım, ilk temas, ilk coşku, ilk hüzün… Bir halitadır hayat, içinden geçerken bazı renklerini geride bırakıp bazılarını kanguru cepleri gibi derimizin altına aldığımız. Bir halitadır hayat, duygulardan geçip duygulara vardığımız.
Sonra zirve… Buradasın, saçlarının bulutlara değdiği yerde. Buradasın, geçmişin parmaklarında, geleceğin kollarında. Buradasın, bıraktıklarının bir daha hiç gelmeyeceği; buradasın, alacaklarının hızlıca terk edeceği… Ve bütün zirveler dardır ve başlangıç ile bitişin tam orta yerindeki bütün duygular hüzünlü… Neden oradalar bıraktıkların? Nasıl da bakıp duruyor daha dokunamadıkların. Ama alıştın sen, yolculuğa alıştın. Yürümeye, patikaya dost oldun bu demde. Isırganları da sevdin kaşındırırken, papatyaları da tebessüm ettirirken. Hepsi bir çentik açtı kendine, bedeninde. Hüznü de yer etti hayatın, sevinci de… Kimi göl kıyısında dalıp gittin nedir bu, nasıl oldu bütün bunlar diye? Kimi bir ırmak… İşte hayat! dedin, suları sevindiren sesinle… Kimi gölgesiz ağaçlar, kuruluğa çağıran, kimi koyu gölgeliler, tatlı uykulara salan. İşte böylece vardın, varman gereken yere, öğleye…
Yokuş aşağı inmek hızlıdır yokuş yukarı çıkmaktan. Gün, ufka yaklaştıkça mahmuzları topuklar. Zirvenin günbatımı tarafı her cepheden kuşatır adamı. Omuzlar düşer, yanaklar solgunlaşır, göz geride kalanları arar. Arada kocaman bir zirve çıkıntısı, dağın öte yamacını imgeleme hapseden. Var mıydı gerçekten, diye sorarsın? Vardır ama şimdi yok. Oldu mu gerçekten bütün bunlar dersin, olmuştur ama olmamış gibi bakar sana. Zihnin oyunlarıyla geçer vakit bir geçmişe, bir şimdiye dalarken…
Günün en ironik vakitleridir ikindiler. Yokuş yukarı yolculuğun tam hizasında arada bir durup sorgular insan hayatı. Nasıl da çıktım bu yokuşu? Bu mavilik benim miydi gerçekten? Şu ısırık hangi ısırganın işi, şu ses, ne kadar uzakta kaldı şimdi? Ve yine de güzeldi hayat. Bir daha başlasa aynı yerden, aynı yerlerden geçer insan. Bir daha başlasa aynı yerden, aynı parçanı alır ısırganlar, aynı yanak hizasından makaslar seni papatyalar. Ve alıştık be hayat, bırakacak mısın bizi şimdi? Ve alıştık sana güneş, doğacak mısın yani biz gittikten sonra da? Ve alıştık sana sular, dünyanın bütün suları, denizler, göller, ırmaklar, saçaklardan süzülüp akan bütün o şeffaf şeyler, biz gittikten sonra da akacak mısınız? Biz gittikten sonra da yağacak mısın yüzümüz yerine mezarımızdaki otları sevindirmek için ey yağmur? Ama yine de nasıl sevilmezsin sen, nasıl bulutlardan insana haber getiren?..
Ve akşam… Sabah kadar hafif, sabah kadar ince, sabah kadar ışıltılı, sabah kadar asude, sabah kadar taze… Sabahın gölgesidir akşamlar. Bir gölge, bütün gölgeler gibi kokusuz, renksiz, hacimsiz, var ile yok arasında bir şey… Duvara çizilen resimlerimiz. Bir zamanlar biz de vardık, buradaydık, o yolu geçtik, o bayıra vardık, o köşeyi döndük, o duvarın dibinden bakıp durduk göğe… Bir zamanlar biz de vardık, şimdi olmasak da…
Bir yer var, oraya geliyor ve duruyorsun. Bir yer var, oraya geliyor ve duruyor insan. Zamanı ve mekanı kuşatmış görünmez camlar. Ölüm camları kırıp duruyor retinaları…
Başlamak ne de güzeldi oysa. Gözlerimizi açtık, mavisi çiçeğe durmuş hava. Gözlerimizi açtık, ışıl ışıl dünya. Bitimsiz bir bahçeydi hayat, ölüm gelmeden önce. Gelmeden, burun deliklerimizden içeri girmeden, boynumuzu bükmeden önce… İki kapısı var dünyanın, ötekinden çıkıyorsun, birinden girince… İki kapısı var, iki göz gibi, görüntüyü tekleştiren, yalnızken görmeyi zehirleyen… Ölüm olmasa hayat, hayat olmasa ölüm nasıl görünecekti ki?