Ölüm aşkına
Halk ölüm sandığı hoş-vuslat imiş ey Hakkî
Îd-i ekberdir o sanma ki memâtım geldi (İ.
Hakkı)
Yağmurun tiril
tiril sislerle tüllediği bir vakitte, vururken dalgalarını zihnim kıyılarına
dünyanın, uzun bir sefere hazırlanıyorum. Sonsuzluğun dışında ama sonsuzluğa
akarken hayatın kalbine ulaştığımda gözyaşlarını sulara gömen çocuklar
görüyorum. Heyecanla kayarken yıldızlar gökyüzünde, ben yeryüzünde aşkın,
sevgiyle sevgili arasında bir peçe olduğunu görüyorum...Ve dokunduğumda hayatın
yüreğine, dünlerinin borcunu ödemek için yarınlarından ödünç alanları
görüyorum.
Yekpâre geniş bir anın parçalanmış akışında giderken
kendilerini uyutmak için çocuklarına ninniler söyleyen anne ve babalar
görüyorum.. Gül bahçelerinde aşk şarkısı söylerken, Fuzûlî, Baķî ve Esrar Dede’nin sesini
işitiyorum. Dolaşırken
şehr-i Diyarbekr’in sur içindeki sokaklarını, şehrin mezarlıklarla bu kadar
hemhal oluşu düşündürüyor beni. Ölülerini kendilerinden uzak tutan Batılı şehirlerin aksine
Anadolu şehirleri daima mezarları ve ölüleriyle
iç içe. Kadınlar ve çocuklar evlerinin balkonlarına açılan
o manzarayı bir bahçeyi
seyreder gibi irkilmeksizin
seyrediyorlar. İşe giden veya işten
dönen erkeklerin yolu mezar taşlarının arasından
geçiyor. Sonra ve ilkin İstanbul... Her yer ölüm tefekkürü...Galata
Mevlevihanesi’nden geçerken bir an durup Mevlana’yı dinliyorum... “Can çekişip duruyorsun, ölmeden önce
sana kurtuluş yok, o halde öl de
kurtul. Nasıl ki yüz
basamaklı merdivenden iki ayak
eksik olsa dama çıkamazsın. Yüz arşınlık ipte de biraz eksik
bulunsa kuyudan su çekemezsin. Gemi, kaldırma gücünü
aşan o son yük de
yüklenmeden batmaz. Ölmediğin için
can çekişmen uzadı. Ey
Taraz mumu sabah
olunca öl. Ama seni mezara sokan ölümle
değil, nura ulaştıran,
kemale erdiren bir ölümle
öl.Toprak altın kesilince nasıl
topraklığından eser kalmazsa böyle bir ölümle ölenin
gamı da neşeye, ferahlığa döner. Gümüş bedenli güzeller seni avladı ya;
ihtiyarlık yüzünden pamuk tarlasına dönen bedenleri de seyret. Nice parmaklar
vardır ki ustalar, düzgünlüğüne gıpta ederler; ama sonunda o parmaklar
titremeye başlar. Can gibi mahmur göz, görürsün ki sonunda görmez olur; o
gözden sular akar. Aslanların safında yürüyen aslan yiğit, sonunda bir fareye
av olur gider. Misk kokuları saçan, akıllar çelen kıvırcık, simsiyah saçlar,
sonunda boz eşeğin kuyruğuna döner. Önce oluşunu, açılıp saçılarak meydana
gelişini bir hoşça seyret, sonunda da ne hale geldiğini”. Sessizce başım önümde “Doğru söylersin Hazret”
derim ve ölüm korkusu ölüm aşkına
dönüşür birden.
“Ne içindeyim zamanın ne de büsbütün dışında.”
akarken sonsuzluğa ve hayatın yüreğine dokunduğumda baharı bağrında taşıyan
kışı, uzaklara çok uzaklara dalan gözlerde ölümün çağrısını işiten şairleri
görürüm. Ve Yunus, yüzyılların ardından sesini yükseltiyor satır aralarından...
Biz dünyadan gider olduk/ Kalanlara selam
olsun / Bizim için hayır dua / Kılanlara selam olsun...O selamı başım
önümde tebessümle alıyor ve
koşuyorum...Nefes nefese koşuyorum...Son zannettiğim başlangıca doğru
koşuyor ve hadiseler nehrinin kenarından geçiyorum. Işıldayan bir yüzükle sağ
elimi uzatıyorum...Ve ölüme yalvarıyorum: Ölümlü kelimelerin tozları yüreğime yapışmadan ruhumu içinde binlerce
çığlık barındıran sessizliğinle yıka...
Ve ölüm
annenin şefkatle yaklaştığını görüyorum...Sessiz sessiz. Sol kulağıma “ seni
yeniden doğurmak için geldim” diyor. Tebessüm ederek onun sağ kulağına eğiliyor
ve “ Yaratıcıdan başka her şeyi olanlar, O’ndan başka hiçbir şeyi olmayanlara
gülüyorlar” diyorum. Tebessüm ediyor ve ölüm, sessizce bir sırrı fısıldıyor: “
eleysallâhu bikâfin Ǿabdeh”