Ölüm Adlı Çalışma
Şu bir gerçek ki: ya biz
sevdiklerimizi gömeceğiz ya da onlar bizi gömecek. Hâl böyleyken durup düşünmek
icap etmez mi. Ölüm ne garip bir tecrübedir, Allah’ı anımsatan
ne keskin bir tercümedir.
Aslında ölümü şöyle tanımlayanlar
da var: ‘‘Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber, hiç güzel olmasaydı ölür
müydü peygamber.’’ Yine de çok çok acı bir gerçektir. İşte bu ölümün bir başka
yüzü vardır:
Bildiğimiz ölüm, asla “ölüm”
değildir. İmtihanı verememek ölümdür. Mekân değiştirip kabre misafir
olunduğunda, sorgu-sual melekleri başınıza dikildiğinde, Müslüman
bir varoluşla orda durmamak gerçek ölümdür. Henüz dünya darında ve
dünyalık hayallerin narındayken, ölüm dediğimiz yolculukta, kâinatın o en kutlu
gülü Hz. Muhammed’e “gidiyoruz” bilincinin olmaması mutlak ölümdür. Ölmeden
önce ölümü içselleştirememek ne acı bir ölümdür. Fani beklentiler ışığında
hayat sürmek ne acıklı bir karanlıktır. Taze kefen algısında olmayan
insanın cicili elbiseleri ne itici, ne biçim incitici. Yıkanmak, dünyadan
arınmak, tertemiz beyaz kefenlere bürünmek, fanilik diyarından
ayıklanmak, toprak örtünüp, dua kuşanmak adlı ölüm çalışması ne aziz bir
diriliştir. Beklentisi ‘ümit’ olan “ölümlünün” toprağa ekilerek, iman filiziyle
hakikat yurduna meyvelenmesi ancak gıpta edilesidir, kıskanılasıdır
bu mana. Ölüm seremonisini bir çeşit tören olarak değil,
ölüm vak’asını da bir tür trajedi olarak değil, üç kuruş etmeyen
fanilik diyarının ardındaki sonsuzluk durağı olarak görmektir, görmektir asıl
“ölüm” diye zikredilen ebedi neşe güzergâhını.
Sonsuzluk güzergâhına “ölüm” adlı çalışmayla girizgâhyapabiliriz
o ebedi saadet saltanatına, işte o ölüm ki
diriliş misyonuyla birleşip, insanın kalbinde inanç diye bütünleşip, gönlümüze
serin ve tatlı bir şerbet niyetine.
Aslında kimsesisiz,
kimsesizlik yurdundayız. Özünde metruk ve çorak ve “aldanmışlık” taşıyan şu
dünya denen kimsesizhane gerçek bir dramadır. Bakmayın eşin
dostun-geçici varlığına, asıl siz merhametinin sonsuzluğunu tattıran
Rabbın ebedi yurduna bakın. Siz, sakın ola sizle yolculuk edemeyecek,
etmeyecek olanların çokluğuna bakmayın, siz kalbinizin dehlizlerinde sizi
sonsuzluğun hazinelerine ulaştıracak olan o
inanç kuşanmışlığına bakın. Bu yüzden ve başka yüzlerden ölüm, yani şeb-i arus, yani
düğün gecesidir ölüm. ‘‘Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var, oh ne
güzel bayramda tahta ata binmek var.’’
Albenisi yüksek olan şu
hayat, ölüm adlı çalışmayla bütünleştiğinde, gerçek mefkûremizinbne olması
ya da ne olmaması gerektiğine dair bize ispatlı teoriler sunacaktır ama iş
cidden çok geç olacaktır o an. İşte ölüm, hakikati pas geçene tam
manasıyla ölümdür.
İki kelama sıkıştıramayız
ölümü. Ölmesi var, yıkanması var, musallası var, teneşiri var, kabir falan
derken tam bir acayiplik dehlizi. Oysa ölmek, esasında ölmek değil de
dirilmek babından görülürse, ölmek, dirilmenin adıdır emin
ol. Ölüyorsun yani diriliyorsun ve âlem farkıyla sonsuzluğun örtüsüyle
kuşanıyorsun. Sonsuzluğun, sınırsızlığın, o hudut taşımayan merhamet formatıyla
bütünleşiyorsun. Şöyle: maşukunu
Muhammed Mustafa seçmişsen, aman Allah’ım nasıl bir hazineye
dalmışsın. İşte o ölüme özlem duyulur. Vuslatını yâr diye MuhammedMustafa
(s.a.v.) bilmişsen, sen dirilmenin ruhuna üflemişin.
Ölüm için azık
gerek. Ölüm için sevda gerek. Sevdayla örtünmek gerek.
O yüzden, ‘‘Dünya
nimetlerini keskin bıçak gibi kesecek olan o ölümü çokça anın’’ diye
ferman buyrulurken, bu hakikat önümüze ışık olmalı.
Sözün özü ölüm bir çeşit
dirilme iklimidir, ölmemişliğe inananlara. Ey
dost! Ölmemişlik iksirini istiyorsun; ama ölmemişlik iksirinin
olmadığına da inanıyorsan işte sen
gerçekten ölmüşlük kriterine uyum sağlıyorsun.
Ey dost! Ölmemek için
dirilmek gerek, bunun için de ölmeden ölmek gerek.
“Ölüm bize ne yakın, bize ne
uzak ölüm, ölümsüzlüğü tattık, bize ne yapsın ölüm.” Mevzuya dair ne güzel bir
nizam.