Olduğunu anladığında ölürmüş insan!
Bulunduğun
yerden ayrılmak, aklına getirir arkanda bıraktığın her şeyi. Hayatın içindeyken
kıymetini bilmediğimiz her ne varsa tek tek geliverir hatırımıza ve işte o an
anlarız arkamızda bıraktığımız her şeyin kıymetini, olduğumuz yeri bırakıp
giderken.
Anlamak için bir şeyin kıymetini
kaybetmek mi gerekiyor her şeyimizi? Sorması kolay, düşüncesi can acıtıcı, cevaplanması hazin bir
soru!
İnsan
kendine, kendini sorduğu bütün soruların cevabını biliyor bilmesine lakin
cevabını bildiği soruları kendisine sormak konusunda o kadar cesur değil. Kendimize
karşı hiçbirimiz cesur değiliz. Cesaret insanın kendiyle yüzleşebilmesinde
saklıdır. Kim bilir bu erdemi gösterebilmiş olsaydık daha pek çok soruya çok
daha rahat cevap verebilecek ve kendimizden ve yaşadıklarımızdan bu kadar
utanmayacaktık. Dönüp arkamıza baktığımız zaman her birimizin gözü, koca
pişmanlıklarımızın dolu olduğu anılardan başka bir şeye ilişmiyor. Sorsan
herkes cesaret abidesi kesilir düşmanına karşı, lakin en büyük düşmanı kendidir
insanın ve ona karşı da pek cesur olduğumuz söylenemez.
Eskilerin “Yaş kemale erdi.” diye bir tabiri
vardır. Yaş kemale erince insan iç dünyasında daha cesur oluyor aslında, ancak
bu cesaretini dışa vurmakta biraz aciz biraz da çaresiz kalıyor. Kendi iç dünyamızdaki
anaforlarda bocalayıp, kendimize kahrettikten sonra depresyon denen bir trene
binerek kendi iç dünyamızdan daha uç bir dünyaya doğru yolculuğa çıkmaya
başlıyoruz. Bu yolculuğumuzun en hazin tarafı ise yolculuğumuzun son durağının
bir psikoloğun hasta koltuğunda son buluyor olmasıdır.
Bütün
sorunlarımızın tüm cevaplarını bildiğimiz halde işinin uzmanı olarak kabul
ettiğimiz psikologlara iç dökerek sorunlarımızı anlatıyor ve en nihayetinde
yine kendi sorunlarımızın cevabını yine kendimiz veriyoruz. Sonra da ilgili
psikolog için “İşinin ehli bir insanmış!”
diyerek verdiğimiz paranın tesellisini yaparak içimizi rahatlatmaya
çalışıyoruz. Ne hikmetse parayı ödeyince kendimizi rahatlamış hissederek iç
dünyamızdaki yolculuğumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.
Peki, nedir
içimizi rahatlatan cevaplar? Bulduğumuz veya bize buldurtulan cevapları
kendimize karşı artık sesli bir şekilde dillendirebilecek miyiz? Yoksa içimize
atıp, kendimizle yüzleşmemizi bir başka bahara mı erteleyeceğiz?
Bir “olmak” vardır insan için… Doğumdan
ölüme kadar uzayan uzun metrajlı, kısa pasajlarla dolu, kare kare örülü
sahnelerle döşeli, adına yalnızlık dediği hezeyanlarla çevrilmiş, engelli arazi
modunda bir moda ile kuşatılmış olan bir yolculuk. Olmak yolculuğu...
Sıradan ve
basit olan bu hayatı, o kadar büyük anlamlarla kuşatmaya çalışırken kodlarını
değiştirmeye zorladık ki dört duvardan ibaret olan bir evi en pahalı eşyalarla
süsleyip o evin anahtarını kaybetmiş bir ev sahibi gibiyiz şimdilerde. En
mükemmeli aramak için didinip uğraşıp en sonunda o mükemmeli bulduğumuz zaman
da onu yaşamaya ömrümüz vefa etmeden trenden indirildik. Olmak yolculuğunun ara
durağı; “Ölüm!”
Durakta
trenden indirilirken anlıyor insan kaybettiği her şeyin kıymetini. Bir trafik
kazasında, bir deprem anında, ölüm ile burun buruna geldiğimiz herhangi bir
zaman diliminde saniyeler hatta saliseler içinde o güne kadar yaşadığımız
bilmem kaç yıllık ömrümüz bir film şeridi gibi gözümüzün önünden geçerken zihnimizde
beliren ilk anda gizlidir en büyük pişmanlığımız. İşin daha da acı tarafı o saliselik
süre kadardır aslında bütün yaşamımız.
Hulasa
olduğunu anladığında insan ölüm oluyor durağı bu yolculuğun. Olmak ölmektir
nihayetinde... Olmamayı dilemek ise yaşarken öldüğünden habersiz yaşamaktır.
İki çetin durum ortasında çaresiz med cezirler yaşıyoruz efendiler… Bu
gelgitler içerisinde olduğumuzu anladığımız an ise öldüğümüz andır. Vesselam.