Olanlar neyin alameti, neler oluyor…
İdrak etmek için tefekkür etmemiz lazım. Neler oluyor. Sadece son üç yılda bile dünyanın ve dünyalının maruz kaldığı durumlar insanın düşünce melekesini felç edebilecek nitelikte. İnsanın doğaya karşı çaresiz kalışı, doğanın insandan daha güçlü olduğundan mı yoksa insanın üzerine düşen görevleri yerine getirmemesinden mi. Bu husus derinlemesine tartışılabilir; ancak neler oluyor sorusu gittikçe insanı cevap veremeyecek bir konuma itiyor. İnsan, karşı karşıya kaldığı durumları onarmak, düzeltmek, lehine çevirmek yani hayatı daha yaşanılır kılmak için maalesef yeterli gayreti göstermiyor. İnsanın yaşam alanı insanın umurunda değil gibi. Herkes ‘bana dokunmayan yılan bin yıl yaşasın’ atasözünün ispatı için gayret gösteriyor gibi. Koca ormanlar alev alırken ya da alev almadan evvel ‘neler yapmalıyız’, sel kentleri silip süpürmeden ‘neler yapmalıyız’. Depremler on binleri öldürmeden ‘neler yapmalıyız’, vb. sorulara ve bu soruların çözümlerine kaçımız cevap arıyoruz, çare için kaçımız çaba gösteriyoruz. Sanki tüm sorumluluk devletlerdeymiş gibi yaşamak, düşünmek ne kadar gerçekçi. Bu hususta devletlerin rolü ve sorumluluğu elbette küçümsenemez; lakin insan olarak, birey olarak biz ‘neler yapıyoruz’, burası çok önemli.
Neler oluyor. Garip bir hayal dünyasındayız. Etrafımızda neler olup bittiğini düşünmekten, hikmetle düşünmekten aciziz, bitakatiz. Böyle bir derdimiz yok. Neler oluyor. Bütün afetlerin üst üste gelmesi, en çok felaket barındıran yıl olarak ilan ettiğimiz yılın bir sonraki yılı aratır oluşu, artık ruhen mutsuz olan insanın bedenen de mutsuz oluşu, doğanın bizi evlerimize hapsetmesi ve evlerimizde bile rahatsız edişi neyin alameti.
Bir virüsün dünyayı kilitlemesi. Dağların altımızdan kayışı, alevlerin bize cehennemi hatırlatışı, sellerin hatırlarımız, düşüncelerimiz ve barınaklarımızı silip süpürmesi, deniz seviyesinin yükselip insanı dağlara taşlara yöneltmesi ve dağların bizi muhafaza etmeyişi edemeyişi, hayvanlar âleminin kendi doğal mecralarında barınamayışı, bitkilerin toprağa hasret besleyip mıcırlar içinde büyüme çaresizliği neyin alameti, neler oluyor…
Hâl böyleyken, hiçbir şey olmamış gibi, her şey güllük gülistanlıkmış gibi yaşamak-davranmak insanın aklını devreden çıkarması değil mi, bir çeşit sapkınlık değil mi bu. Bu bir karamsarlık tablosu mu yoksa bir durum tespiti mi.
Evet neler oluyor. Evren kendini yeniliyor. Varlık varoluşu resetliyor. Dünya dünyalının azgınlık ve cehaletine bırakıl(a)mayacak kadar kontrol altında. Düzeni kuran, düzeni bozandan emaneti geri istiyor. Başka bir ilham, başka bir güç devrede. Hikmetler ummanının ölçüleri kendi istikametinde seyrediyor. Metafizik denge, fizik katmanına nüfuz ediyor. Görünmez el, kendini kendi lisanıyla hissettiriyor. Bilinç, kendini bildirmekten aciz değil. Tuhaflıklar sendromuna kapılan insan, dünyayı acayiplikler girdabına sürükleyen insan mutlak hakim değil. İşte bu da gösteriyor ki, özne rolü biçilen insan kendi kendini edilgen kılarak, kendini bir çeşit nesneye dönüştürüyor; ama görünmez el tefekkürü hatırlatıyor. İnsanın rolünü bildiriyor. İnsanın doğal melekelerini insana hatırlatıyor. İnsan, anlasa da anlamasa da, doğa kendi mecrasında ilerlemeye memurdur, varlık kendi istikametinde mutlak doğrulara uymaya mahkûmdur. Düzen kurucu, düzen bozucuya bin defa düzeni bozsa da, saysız kere düzeni yeniden mamur etmeye muktedirdir.
Neler oluyor, bu olanlar neyin alameti. Her son yeni bir başlangıca gebedir. Her yangın yeni filizlerin sulanmasına imkândır. Yeter ki alınan her nefesin bile bir imtihan olduğunu bilme bilinciyle hayatı gözlemleyelim. Hayatın bize emanet olduğunu, aklımızın, kalbimizin, düşünce dünyamızın ve doğanın bize emanet olduğunu ve her birinin hakkını vermek için hikmetler hülyasıyla akletmemiz gerektiğini bilelim.
Neler oluyor, bu olanlar neyin alameti, ‘‘bu gidiş nereye’’.