Okumaz, Bilmez, Düşünmez… İnsan nereye…
İnsan çok acı bir gurbettedir. Kendinden mahrumdur insan. Kendine ve onu kendi yapana dair her ne varsa ondan bihaberdir insan. Bizi biz yapan, bizi insan yapan ve insan olarak hayatımızı idame etmemizi sağlayan neredeyse her şeyin gurbetindeyiz. Ne mesela. Ne değil ki. Biz sadece kendimizden ibaret değiliz ki, bizi biz yapan aile, komşu, mahalle, köyümüz, kentimiz, ülkemiz ve bütün insanlık. Hepsini geçtim de insan kendi benliğine bile o kadar yabancı olmuş, insan kendi ailesine bile o kadar uzak olmuş ve yabancı kalmış ki akıllara ziyan…
İnsan o kadar bencileyin bir hâle bürünmüş ki, dünya an olur bir zombi istilasıyla mı karşı karşıya diye düşünmeden edemiyoruz. Madde öyle felç etmiş ki bilinci, şuur o kadar ağır bir komada ki fark edemiyoruz bile mevzubahis olan bu hakikati. Kaç kişi dostu için dertli, kaç kişi arkadaşının bir acısı için huzursuz, varsa yoksa ego: Dostumuzun acılı günündeki ziyaretimizi bile fotoğraf çekilme telaşı, pardon hastalığı kaplamış. Varsa yoksa tüketim. Varsa yoksa konforlu bir hayat, lüks tüketim, aklı devre dışı bırakan kibir, beğenilme hastalığı, sosyal medya pozları… Düşünme, paylaşım, bölüşüm, dertleşme, hasbıhâl, nasıl bir gurbete girmişiz ki bu saadeti öteler olmuşuz, bundandır mutlu olamıyoruz, mutlu olsak da mutlu kalamıyoruz…
Yirmi yıl sonra bitireceğini planladığı ev taksiti için (belki de oturamayacağı) neredeyse arkadaşına bir kahve ikram etmekten geri duran insanların sayısı öylesine artmış ki… Bir kahve parası elbette taksite engel değil; ama tam da şunu söylemek istiyorum, bilinç bu biçim hastalanmış, madde böylesine mahpus etmiş mana denen sevinci...
İnsanlar geçinmek için elbette planlar yapacak, evlatlarını okutmak için elbette birikim yapacak, ev de alacak; lakin demek istediğimiz bu değil ki, çocuklarımızın geleceğini neden sadece madden düşünüyoruz, artık kitap okumayan nesiller endişesi, ülkelerin en büyük kaygısı olmuş, bu hususta insanımız çok daha gerilerde. Çocuklarımız ömrünün en lezzetli, dertsiz tasasız, kedersiz çocukluk dönemlerinde o güzelim oyunları oynayamıyor, sadece ama sadece okul-ev-sınav üçgeninde çocukluk ve ergenliklerini geçiriyor. Düşünür müsünüz ailece gidilen bir piknikte sosyal medyasız, evde hazırlanan börek eşliğinde içilen çay, çitlenen çekirdek, saf, sade, samimi gülüşmeler, şakalaşmalar, ağacın gölgesinde uyuklamalar, bir gölgeye çekilip bin bir gece masallarını okuyan çocuklarımız, koşan koşturana, tozda kirlenme, şakalaşmalar ve doğa ve doğallık… Konu çekirdek, çiçek böcek değil, mesele yaratılışımızın toprağındaki fıtri melekelere biraz daha yaklaşmak…
Nasıl da hasret kalmışız, nasıl da kana kana susamışız. Nasıl da bunamış gençliğimiz, nasıl da bulanmış tüm güzelliklerimiz. İhmal etmişiz, ihmal ederken farkına varmadan imha etmişiz kendimizi. Bu kısa ve fani hayat sizlerin, bilinçsizliğe mahkûm ederek hakikatten mahrum olmayınız lütfen. Sizi siz yapan her ne varsa çıkarın hayatınızdan, sakın ola moderniteyi okumaktan da uzak durmayın; çünkü biz yaşadığımızı düşündüğümüz çağı yaşanılır kılmak için SAKIN OLA İÇİNDE BULUNDUĞUMUZ ÇAĞA MAHPUS OLMAYIN, ÇÜNKÜ BİZ BİR TEK ÇAĞIN MİSAFİRİ DEĞİLİZ, BİZ BİZİ BİZ YAPAN, BİZİ İNSAN YAPAN, BİZİ İNSAN TUTAN O HER ÇAĞA ÇAĞDAŞ OLAN YÜCE TEFEKKÜRÜN TALEBELERİ, MÜRİTLERİYİZ…
Gurbet, kendimizi ve o kutlu tefekkürü keşfederek sılaya dönüşecek ve ancak böyle saadete kavuşacaktır…