Öğretim yılı yeni ama sistem eski
Türkiye, son 94 yılda tam 65 Milli Eğitim Bakanı değiştirdi. Sadece son yirmi yılda değişen bakan sayısı 11, ortalama görevde kalma süreleri ise 1,5 yıl gibi kısa bir süre. Her gelen bakan da “yenilik” ve “reform” adı altında sayısız yöntemler denedi.
Her birinin bir diğerini arattığı sayısız sınav sistemi
devreye sokuldu. Anlayacağınız elimizde eski bir bohça var ve her gelen bir
yama atıp gidiyor.
Son yirmi yıldır AK
Parti hükümetleri döneminde çıkıp da kimse; “içerisinden kaliteli düşünce,
bilim, sanat, edebiyat ve felsefe adamları çıkaracağımız, bize ait bir sistemi
nasıl inşa ederiz” diye sormadı.
Bereket versin yirmi yılın sonunda daha yeni müfredat
çalışması yaptık. İçeriği olan bir model ortaya koymaya çalışıyoruz. Hazin olan
da bu. Yani işin daha başındayız.
Size acı gerçeği söyleyeyim mi?
Maalesef eğitim
sistemi, yüz yıllık bir öğütme aracı olarak karşımızda dev bir sorun olarak
duruyor. Bu yüzdendir ki bir zamanlar insanlık tarihin seyrini değiştirebilecek
kadar kaliteli düşünce, bilim, sanat, edebiyat ve felsefe adamları
çıkaramıyoruz.
O yüzden meselenin derine inmemiz gerekiyor.
Bilirsiniz devlet o
dönem, pozitivist, ilerlemeci, batıcı, laik eğitim sisteminden yana bir karar
verdi. Çünkü eğitim yeni bir ulus oluşturma sürecinde ciddi bir
toplumsallaştırma rolü oynamalıydı.
Rahmetli Halil İnalcık’ın ifadesiyle; Türkiye, o dönemde Batı’yı bir bütün olarak benimsemiştir. Türkiye’de
radikal bir değişim yapmayı, toplumsal düzeni kökten değiştirmeyi ve her alanda
Batılılaşmayı amaçlamıştır.
Yapılmış mıdır? Evet. Peki, başarılı oldu mu? Büyük ölçüde
başarılı oldu.
J.J. Rousseau, ünlü eseri Emile’de şöyle der; “Onun zihnine aklın yerine otoriteyi
koyarsan artık akıl yürütemez. Başkalarının fikirlerinin oyuncağından fazla bir
şey olmaz.”
20. yüzyılın ilk çeyreğinde, yeni bir ulus oluşturma
sürecinde ciddi bir toplumsallaştırma rolü oynayan eğitimin kısa bir özeti gibi
duruyor bu ifadeler değil mi?
Zira 19. yüzyılda batıcı değer yargılarıyla tanzim edilen bu
sistemde aklın devreye girmesi pek rastlanılan bir durum değildir.
Açıkçası Fransız
devriminin getirdiği, ideolojik ilkeleri kendi topraklarına uyarlamayı düşünen
bir kafanın düştüğü çaresizlikten kaynaklandı bu.
Benim yıllardır demek istediğim de bu. Biz hala o dönemin
eğitim anlayışını kıramadık. Ne yapsak, ne etsek bu engeli aşamıyoruz. Düşünün
bize ait bir eğitim felsefemiz bile yok.
Cumhurbaşkanlığına
bağlı eğitim ve öğretim politikaları kurulundan da bir haber yok. Ne iş
yaptıklarını ve ne ürettiklerini henüz bilmiyoruz.
Sendikalar deseniz, eğitim felsefesi henüz gündemlerine
girmiş değil.
Oysa benim derdim şu,
Platon’un ünlü mağara alegorisiyle ifade edecek olursak,
hepimiz zincirlere vurulmuş bir halde mağaraya hapsedilmiş gibi duruyoruz.
Küresel elitlerin
ürettiği algıyı, ana akım medyayı, sosyal medya platformlarını, yaşam tarzını,
normlarını yani gölgeleri gerçekmiş gibi algılıyor ve tam da bu doğrultuda
alışkanlıklarımızın ve duyularımızın esiri haline geliyoruz.
Dolayısıyla burada artık aklın devreye girmesi pek
rastlanılan bir şey değildir. Öyle ki sanat, felsefe ve düşünce üretimi tamamen
gevşek bir zeminde ilerler. Hatta ilerlemez, durur.
Bunu aşmanın ve
kendimizi yeniden inşa etmenin yolu doğru eğitimden geçer diyorum. Bu yüzden de
artık köklü sorunlarımıza eğilmenin ve derinlemesine bir analiz yapmanın vakti
geldi de geçiyor.
Eğitimin işlevi sadece nesilden nesile kültür aktarmak
değildir. Bu kültürü analiz etmek, geliştirmek, biçim vermek yeni sentezlere
gitmek de önemlidir. Bunu başarmalıyız.