Öğrenci Andı mı, Anıtı mı?
Kara önlüklü çocuklar sıra sıra dizilirdi. Erkeklerin başları üç numara tıraş, kızlar ise iki tarafa düşen örgülü saçlarla yerini alırdı her sabah okul bahçesinde. Bir köy veya şehirde fark etmeksizin her sabah ip gibi bir sıra olunurdu. Sıra düzgün değilse nöbetçi öğretmenin azarı ile kendimize gelirdik. “Aynı hizada, aynı hizada olacaksınız!” Eli yüzü temiz ve güzel giyimli bir öğrenci seçilir ve ona “And”ımız okutturulurdu. Hep bir ağızdan, hep bir ağızdan…
Yıllar geçti, geliştik, değiştik…
Önce önlüklerin rengi değişti. İlkokul, ilköğretim oldu. Kara önlükler gitti, mavi önlükler geldi. Tıraşı kontrol eden devlet, daha da ileri gidiyor kıyafeti belirliyordu. Bir nizam ve disiplin gerekliydi ama hayatımızı baştan sona dizayn etmek de neyin nesiydi! Kızların başları açık olacaktı. Zihinleri kapalı olsa da olurdu. Devleti, milletinden soğutan derin güçlerin, kirli ellerin isteği böyleydi. Zihin kapalı, baş açık; saçlar tıraşlı, önlükler mavi. Tek tip, tek görüş!
Ezilen çocukların ruhu açtı. Bu çocuklar kendisini zayıf hissediyordu sürekli. Aidiyet duygusunun etkisinden faydalanmak için “millî kimlik” deruhte edilmeliydi bunlara. Andımız ile büyüyen çocukların “millîlik” hassasiyeti üst seviyede idi. Devletin manevî güç olarak benimsenmesi gerekirdi. Devleti yönetenler ise manevî büyük. Devlet, baba olarak görülüyordu. Bu, devlete karşı koyulmaz manevî bir güç atfediyordu. Devlet bu, asar da keser de. Uğruna ölünen devlet, ağzını açıp avını bekleyen bir dev gibi duruyordu.
Bizim toplumumuzda devlete karşı gelmek eşkıyalıktı. Yanlışı, haksızlığı, hukuksuzluğu olsa da devlete karşı gelmemek öğretilmişti mekteplerde. Çünkü varlığını devlete armağan eden bir nesil isteniyordu. Kutsal devlet, nedense kutsal olanı yasaklıyordu. Sekülarizm bu muydu? İnsanı, hayatı, aklı ve kalbi kontrol altında tutmak, var olma şartlarını belirlemek. Özgürlüğü yok sayan bu anlayışa devletin bekası deniliyordu. Devletin var olması için yok olmak. Birer birer yok olan çocuklar vardı ama devletin bekası sürüyordu. Devletin bekası sürerken, kendi sefasını sürenler de güçlendikçe güçleniyordu.
Andımızı söyleyen çocuklar devletine sıkı sıkıya bağlıydı. Ne yazık ki devlet, o yüce devlet, bu çocukları yiyordu. Her an, her saat, her gün, her ay, her yıl istediği sayıda çocuk ve genç …
Babası at arabacısı olan ve okulunun önünde kurşunlanarak öldürülen 22 yaşındaki Battal Mehetoğlu, ciğerleri bisiklet pompası ile şişirilerek parçalanmış ve cesedi üçüncü kattan aşağı atılarak öldürülen Dursun Önkuzu, öldürüldüğünde cebinde sadece 35 kuruş çıkan ve otopsisinde üç gündür hiçbir şey yemediği tespit edilen Yusuf İmamoğlu, yaşı büyütülerek 17 yaşında idam edilen Erdal Eren, ailesinin idamını üç gün sonra öğrendiği Mustafa Pehlivanoğlu ve daha niceleri… Bu çocuklar her sabah ant içmişlerdi. Emperyalist saldırılara karşı devletini ve milletini savunan bu gençleri devlet, bu kutsal devlet, ne yazık ki koruyamadı. Hepsinin failine meçhul dediler. Devlet ise en son geldi olay yerine.
Bu ülkenin yoksul ve vatansever çocuklarının yüksek millî duyguları diama sömürülmüştür. Devleti ve ülkesi için can veren bu gençler, devletinden bir şey istediğinde ise, Cem Karaca’nın o meşhur ve unutulmaz eserindeki ustasının çırağına dediği gibi “İşçisin sen, işçi kal!” dediler.
Ve Ece Ayhan o meşhur şiiriyle anıt dikti bu çocuklara. Çocuklarını kaybeden tüm anneler adına Battal’ın annesi seslendi: “Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler!” Yani varlıklarını Türk varlığına armağan etti hepsi de ve hepsinin de katili kayıtlara “faili meçhul” diye geçti. Şimdi hep bir ağızdan söyleyelim: Ne mutlu…