Dolar (USD)
35.22
Euro (EUR)
36.73
Gram Altın
2960.71
BIST 100
9693.29
02:17 İMSAK'A
KALAN SÜRE
17 Haziran 2020

Ödünç alınan şiir

Güvenliğin estetiğe, hijyenin lekeye, genelin özele yaşam hakkı tanımadığı yeni bir dünyaya “taşınıyoruz.” Yakın bakmanın, temas etmenin, evirip çevirmenin, dokunarak dönüştürmenin ve yumuşatmanın bütün imkanları elimizden alınıyor. “Mesafe” bütün ilişkilerin öncülüne dönüşüyor bundan böyle. Sesin sese, nefesin nefese dokunmaktan korktuğu böylesi bir süreçte kelimenin salimen yüreğe inmesinin hiçbir garantisi yok. Birbirine bakmaktan çekinen yüzey yapıların birbirinin içindekine dokunması nasıl mümkün olabilir? Birinin ötekini zenginlik değil tehdit olarak algıladığı bir karşılaşmada göze bağlanmış hangi ip yüreğin derin sularına dalabilir? Tam karşıdan bakış yerine çapraz ve omuz hizasından titrek görüşün egemen olduğu ilişki biçimlerinde elde edilen hangi edebiyat insanın susuzluğunu giderebilir?

Bakışlar duraksamaya ve hayranlığa ayarlanamadığına, şöyle bir tarazlayıp titrek adımlarla geri çekilme içgüdüsüyle hareket edeceğine göre hangi ayrıntı gözün retina tabakasına yerleşebilir, hangi dikkat dağınık olanı gözden içeri buyur edip yüreğin odalarını gezdirebilir? Edebiyatın insandan istediği ne kadar ayrıntı varsa onların hiçbirinin karşılanamayacağı yeni bir muhatabiyet ilişkisine giriş yapıyoruz. Metaller ağaçları, camlar kitap sayfalarını çoktan emdi, soğurdu, yok etti. İnsana karşı nesneyi, okumaya karşı seyretmeyi, hissetmeye karşı duygudan arındırılmış teyakkuzu öne süren bu yeni süreç okumanın bedeni olan kitabı raflardaki kokusu, nemiyle beraber hayatın ortasından alıp kıyısına attı, müzelik bir eşya olarak nostaljiye çoktan dönüştürdü. Artık zamanın nefesine tabi, yıllar geçtikçe sararmış, benzi solmuş, o nefesin burcu burcu göğe yükseldiği küf kokulu kitaplar devri geçti. Onlar, antikacı dükkanlarındaki raf yerlerini alırken, parmak uçlarına tutturulmuş veya deri altına enjekte edilmiş şeffaf cümleler alanı yoklayacak yeni insanı.

Belki biraz da bundan dolayı okumanın, tefekkürün bedenini hızlıca ortadan kaldırarak sadece ruhuyla idare etmenin hesaplarını yapıyor dünya. Kitab’ın devre dışı bırakıldığı, ruhun bedenin dışına atıldığı, ölümün hayatın duvarlarının öteki tarafına konumlandırıldığı bir uzamda yaşamanın içeriği neyle doldurulabilir ki? Yirminci yüzyılın ilk yarısında, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arefesinde iki yazarın öngörüleri sırasıyla gerçekleşiyor gibi: Bizi nefretlerimizin yok edeceğini söyleyen Orwell de zevklerimizin boğacağını söyleyen Huxley de haklı çıktı ne yazık ki! Orwell’a göre geleceğin dünyasında insanın insana nefreti, sevgiye geri attırmayacak sadece, onu yok edecek kerteye gelecek ve bu nefret insanı daha fazla insana köle yapacak. Hayır, nefretlerimiz değil bağımlılıklarımız yok edecek bizi diyordu Huxley; bizi sevdiğimiz şeyler silip süpürecek. Kendisine neyin faydalı neyin zararlı olduğunu bilmeyen çocuklar gibi saldıracağız şeker dükkanlarına ve ruhumuz paramparça! Yazık ki ikisi de haklı çıktı. Yazık ki kendilerinden hemen sonra Orwell’ın dediği tarzda otoriter rejimler devasa panoptikonlar inşa etti; radyolar, televizyonlar, bilgisayarlar, cep telefonları üzerinden dünya devasa bir hapishaneye çevrildi, otoriter rejimler totalitarizme evrilerek dünyayı kasıp kavurdu; 2000’lerden itibaren de inancını zevkine kurban veren insanlık zevklerinin kölesi olarak tüketimin mutlak bağımlısına dönüştü.

Virüsün bedeni fiziksel mesafeleri, ruhu ise yürekler arasındaki mesafeyi uzatacak. Selamlaşmayan insanların hikayesi yazılacak bundan böyle. Tokalaşmayan insanların masalları anlatılacak. Bırakın dokunmayı, nefesi bile birbirine ulaşmayan sevgililerin şiirlerini okuyacağız gayrı. Burada, yanımızda, bir adım mesafede bulananların “dur antiseptik bir duş alayım, kolonya ile dişlerimi fırçalayayım, alkolle ellerimi sabunlayayım, olmadı yeni bir oksijenle nefesimi yenileyeyim ve sen de aynını yap, öylece konuşalım.” cümlelerinin, olmadı içseslerinin her birimizin varlığını bir başka kutba, bir başka gezegene fırlatıp attığı çok daha yalnız bir dünyaya adım atıyoruz. Bedenleri yıkanmış ve hijyenik ruhları ise tamamen dondurulmuş yeni nesiller bekliyor bizi. Dondurulmuş nesillerin dondurulmuş cümleleri. Dondurulmuş cümlelerin dondurulmuş kalıpları artık edebiyat.

Sadece ben ile öteki arasındaki değil bedenimizin organları arasındaki mesafe de açılacak. Düşüncenin komut verdiği eller biraz daha geç kalkacak havaya, broka merkezinden yolculuğa çıkan cümleler dudakları yerinden oynatmak için çok daha fazla efor sarf edecek. Beyin ayaklara yürü dediğinde ayaklar önce şöyle bir düşünecek, gidilecek mesafeyi, mesafenin mikrobik risklerini hesap ederek adım atabilecek. Ve elbette yürek… Tanrı’nın beyinden sonraki en büyük lütfu, hediyesi… Beynin kanatları olan o muhteşem kuş… Ne zaman uçmaya kalksa kendinde bu gücü bulamayacak; uçtu, kendine uygun bir gök bulamayacak; yoruldu, üzerine konacağı bir göğüs kafesi olmayacak bu kez de. Her şeyi birbirinden koparan, bütün bağlantıları yerinden oynatan insanın zihin akışına kısa devre yaptıran küçük bir virüsle karşı karşıyayız. Kilometrelerce uzanan kabloların tek bir ucunun suya kapılmasına benziyor bu. Suya dokunan kablo yanıp kül olsa bile bütün bakırı tüketmeden durmayacak. Öyle görünüyor ki kısa devre yapan yürekler arasındaki ışık bir daha hiçbir zaman öncesindeki kadar parlak olmayacak…

Dünya artık bizim değil dostlarım. Ne kadar küçülmüş olmalıyız ki gözle göremediğimiz bir virüsün oyuncağına dönüştük. Yolculuğa çıkarken annelerimizin cebimize gizlice koyduğu azıklar gibi Yüce Yaratıcı’nın doğarken hediye ettiği bütün doğal güzellikler rehin alındı. Dünyanın sularına el konuldu, toprakları paylaşıldı, göğü, yıldızları, gezegenleri bir bir taksim edildi. Tokalaşmalarımız, tebessümlerimiz, sarılmalarımız, sohbetlerimiz bile ölçüye tabi ve kirayla artık. Sularımız çoktan kirletilmiş, paraya tabi kılınmıştı. Şimdi artık güneşe çıkmak bile karneye tabi. O bile doğan her insanın ten payını alacağı ortak miraslarımızdan biri değil artık. Tanrı’nın sahibi olduğu dünyadan dünyanın sahibi olan tanrılar gezegenine taşınmak ne acı? Ne acı, doğanın şiirini söyleyen yüreklerin yerini şiirin doğasını bile bilmeyen nesillerin alacak olması?

Görünmeyenin edebiyatı, ödünç alınanın şiiri yazılabilir mi? Mülkiyete dönüşünce güneş bile ışığından kısıyor…