O ülkesini ve insanını çok seven bir yazardı Mehmet Nuri Yardım
Tarık Buğra’nın idealizminin temelinde ‘Türkiye Sevdası’ olduğunu vurgulayan Hatice Buğra, “Bu sevgiyi gördüğünde heyecanlanırdı” diyor.
Edebiyatçıların ve sanatkârların yuvarlak vefat yıldönümleri önemlidir. Zira toplumda hatırlanırlar. Eserleri yeniden okunur, fikirleri meraklıların dikkatini çeker. Cumhuriyet dönemi Türk edebiyatının müstesna romancısı Tarık Buğra’yı, vefatının 30. yılı münasebetiyle rahmetle anıyoruz. Başta Küçük Ağa olmak üzere bıraktığı büyük romanlar ve bütün eserleri, edebî mirasımızdır. Kıymetli eşi Hatice Bilen Buğra Hanımefendi ile Tarık Buğra’nın eserleri ve düşünceleri hakkında konuştuk. Sorular ve cevaplar şöyle;
Tarık Buğra çok yönlü bir edebiyatçı. Romancı, hikâyeci, tiyatro ve deneme yazarı… Bunlardan öne çıkan en önemli vasfı hangisidir? Adını hiç unutturmayacak olan eserini sizden öğrenmek istiyoruz.
Tarık Buğra, her ne kadar edebiyat dünyasına küçük hikâye ile adım atsa da, yazar olarak öne çıkan en belirgin özelliği romancılığıdır. Kendisi de yola, on altı yaşında, insanı, insanın hâllerini, dertlerini, problemlerini, yaşadığı toplumun sosyal ve kültürel değişimlerini kısacası macerasını bir propaganda, bir misyon görevlisi olmadan, işin (roman yazmanın) kendi kural ve gereklerini göz ardı etmeden anlatmak için çıktığını söylüyor. Kendisini yazmaya iten anlayışı da ilk hikâyelerinden birinde, Bitmemiş Senfoni’de, “O günler büyük ve gerçek, çünkü büyük kuvvetlere, mesela sanata ve insanlık sevgisine.. çünkü sanata inanış günleri idi.” diyerek özetliyor. Bu anlayışla verdiği kararı gerçekleştirdiğini, daha doğrusu başardığını bize bıraktığı eserlerle de ortaya koyuyor. Firavun İmanı, Dönemeçte, Yağmur Beklerken, Gençliğim Eyvah, İbiş’in Rüyası, Osmancık, Yalnızlar, Siyah Kehribar, Dünyanın En Pis Sokağı gibi romanları başta olmak üzere hikâyeler, piyesler, gezi yazıları ve on binlerce gazete yazısı yazmış olmasına rağmen Buğra’yı romancı olarak görünür, tanınır ve unutulmaz yapan en önemli eseri Küçük Ağa’dır. 1980’lerin başında televizyonda sekiz bölümlük bir dizi halinde yayınlanan bu eser, insanımıza hem Kurtuluş Savaşımızın hikâyesini, aynı konuda yazılmış eserlerden farklı olarak Tarık Buğra’nın hakkaniyetli ve derinlikli bakışıyla aktarmış, hem de yazarını yani Tarık Buğra’yı tanınmış gazeteciliğinin yanında iyi bir romancı olarak da görünür kılmıştır.
Yazmak elbette bir tutku. Her yazarın, yazmak için bir amacı, gerekçesi, hedefi vardır. Size göre Tarık Buğra hangi saiklerle yazıyordu, itici güç neydi? İdealleri, maksadı, gayesi neydi?
Liseyi (hem de Bakalorya sınavlarından geçerek ) iyi bir dereceyle bitiren Tarık Buğra, sırasıyla İstanbul Üniversitesi’nin Tıp, Hukuk ve Edebiyat fakültelerine kaydolmuş, hepsinde de birkaç yılını harcadıktan sonra, bazı büyük (!) ansiklopedi yazarlarının yazdığı gibi ‘bitiremedi’ğinden değil bitirmek istemediği için, kendi isteğiyle ayrılmıştır. Ailesini üzeceğini bile bile, ona bunu yaptıran saik on altı yaşında verdiği bir kararı gerçekleştirme azmi ve yazar olma tutkusudur.
Bir karakter oluşması ve insancıl nitelikler edinilmesi demekten başka bir şey saymadığı eğitimin sadece üniversiteden alınamayacağına inandığı için, hayatının yönünü, akışını değiştiren bu vazgeçişi bahtının iyi yönde değişmesi olarak kabullenmiş ve ona her zaman minnet duymuştur. Çünkü bu bırakış, onu hiçbir eğitim kuruluş veya kurumunda bulamayacağını sandığı ışığa ve yola kavuşturmuştur. Yolunu ve kafasını aydınlatan bu ışık-insanların başında lise hocaları Rıfkı Melûl Meriç, Hakkı Süha Gezgin, Pertev Naili Boratav dışında, zamanın “Küllük Kahvesi” eşrafı ile Adnan Adıvar ve Mümtaz Turhan vardır. “Özetlemek gerekirse, eğitimim daha açık söylenişiyle kafa yapım, dünya görüşüm, insan ve toplum anlayışım belli bir kurum veya kuruluştan gelmez.” diyen Buğra, hiçbir didaktik ya da akademik bilginin kendisini yönlendirmesine izin vermeden, çıktığı yolda özgürce yürümeyi seçmiştir. Sanatını kendi kural ve nitelikleri, özellikle de varoluş sebebi çerçevesinde bağımsız kılabilmek bilinciyle çıktığı yazarlık yolunda, günün modalarına uymadan, hiçbir anlayışa ya da dayatmaya boyun eğmeden, yalnızca kendi inandığı ve doğru bildiğince yürümüş, hayatı -başta kendi hayatını- yaşanabilir, verimli ve yüce yapabilmek için sanatı vasıta kılıp insanı en sade, gündelik ve evrensel gerçeği içinde, hiçbir şeyi küçük görmeden, fakat anlamaya çalışarak, asıl kaynağa yani insana giderek anlama ve anlatma çabasıyla bir ömür tüketmiştir.
Tarık Buğra, sağlam karakteri, dürüst kişiliğiyle gönüllerde taht kurmuş bir edebiyat ustası. İnsan olarak da duruşu, tavrı ve davranışlarıyla örnek alınması gereken bir abide şahsiyet. Merhum yazarımızın insani yönlerinden bahsetmek ister misiniz?
Bu o kadar kolay değil, çünkü Tarık Buğra’yı insan ve yazar olarak birbirinden ayırmak mümkün değil. Söze nereden başlayacak; önceliği insana mı yoksa yazara mı vereceksiniz? Benim için zor olan bu ikilem, Buğra için olağan bir durumdu. O, bu iki kimliği birbirinden ayırmasını da taşımasını da iyi bilir; ikisinin de üzerine titrerdi. Çünkü o, yaşamını, düşüncesini ve kalemini ‘doğru’ya adamış bir yazar; karşısındakini mutlu etmek için kendisini her zaman silmeye hazır bir eşti. Dinleyicisine alabileceğine inandığı kadarını verir, layık bulmadıklarından da hem sözünü hem de kendisini esirgerdi. İlk bakışta gurur gibi görünen bu saf içgüdü, aslında kişiliğini ve eserini korumak için giydiği zırhtan başka bir şey değildi. Gerçekte Buğra, son derece alçakgönüllü, merhametli, içinde hakikate ve manevi anlamda ‘güzel’e sevgi besleyen bir insandı. Dünyaya ve insana “Yaradılanı hoş gör/Yaradandan ötürü” diyen Yûnus’un gözleriyle bakardı.
O, sözünü ettiğimiz zaman, aramızda dostluk kuracağımız, kendisiyle birlikte bir sıcaklık, bir kaynaşma getiren insanlardandı. Kapıdan içeri girince, evimiz, insanın içini ısıtan aynı zamanda da huzurla, sükûnetle dolduran yumuşak bir manevi havayla dolardı. Varlığıyla dikkat çekmekten hoşlanmadığı için olsa gerek, yere usul usul basar, bu yüzden de, bir işe dalmışken onu birdenbire yanımda bulunca irkilirdim. O da bu istemsiz tepkiden alınır ve bana, “Ben o kadar korkunç bir adam mıyım?” diye sitem ederdi.
Konuşması sakin ve tatlıydı, ama çok konuşmazdı. “Çok lâf eşek yükü” derdi. Sözleri de davranışları da daima dengeli ve ölçülüydü. Her zaman saygılı ve nazikti. Övüldüğü ya da kendine iltifat edildiği zaman utanırdı. Tam anlamıyla eskilerin “müeddep” dediği insanlardandı.
Zekice yapılmış şakalardan hoşlanırdı. Sürprizler yapar; mesela bir konuşma sırasında adından söz ettiğiniz bir kitabı, hiç ummadığınız bir anda size uzatıverirdi. İstediği gibi çalışabildiği verimli ve tatmin edici saatler sonunda sokağa çıkıp eve döndüğü aman bana mutlaka çiçek getirirdi. Kendisine rahat, temiz ve huzurlu bir çalışma imkânı sağlayan eşine böyle zarafetle teşekkür ederdi, ama her durum ve koşulda düşünüldüğünüzü hissettiren bu gibi davranışların aynısını da sizden beklerdi. Beklediğini bulmazsa da gücenir, küserdi.
Tarık Buğra vefalıydı ve dostluğa büyük önem veriyordu. Fikren uyuşmadığı hâlde dostluk kurduklarını yine bırakmaz, onları terk etmezdi. Romanlarında da bu güçlü dostluğu işlerdi. Mesela Küçük Ağa’daki “Çolak Salih”, “Ali Emmi” gibi karakterler… Onun “Dostluk kavramı”na bakışını, sizden öğrenmek isteriz.
Tarık Buğra, hiçbir insanı tüm olarak kötü, tüm olarak zararlı veya aldanmış saymazdı. Onun gözünde insan sırf insan olduğu, hür, yapıcı ve üretici olduğu için değerliydi. Bu anlayışla kabullenip benimsediği dostları, sayıları çok az olsa da vardı, ama çoğunluğun anladığı anlamda hep iç içe bir birliktelikleri yoktu. Arkadaş olarak benimsediği ve dostluğuna inandığı kişilerin ‘orada’ olduğunu ve zor zamanlarda yanında duracaklarını bilmek onun için yeterliydi. “Hakkımda verilmiş bunca hükümden bir tekini, rahmetli Tahir Alangu’nun, ‘Hakiki manada edebiyatımızın yalnız adamı Sait Faik değil, Tarık Buğra’dır.’ deyişini sevmiş, benimsemişimdir.” diyen Buğra’nınki seçilmiş bir yalnızlıktı. Çünkü o, yalnızlığın bir ölçüde zorunluluk olduğuna, yazarın ancak o yalnızlığın sessizliğinde üretebileceğine inanıyordu.
Romanlarından örneklediğiniz dostluklara gelince: onlar özlemini çektiği, ama gerçek hayatta çok azını bulduğu cinsten dostluklardır. Bunlara İbiş’in Rüyası’ndaki Nahit-Eczacı Vasıf ikilisini de ekleyebiliriz. Buğra’nın dostluk anlayışını somutlaştıran bu örneklere karşılık kendisinin gerçek hayatta böyle bir dostlukla karşılaşmadığını şu satırlardan anlıyoruz: “Düşman Kazanmak Sanatı’nın yazarı olarak, yani dostluğun ve sevginin hasını, küçültmeyenini, onurlandıranını arayan birisi olarak, yakasını üçkâğıtçılara, şarlatanlara ve demagoglara kaptırmış toplumumdan, sağırlardan, kulaklarını tıkamışlardan, gözlerini başarılıdan çevirenlerden bir şey beklediğim yok.”
Ben hayatının son 17 yılında yanında bulunan biri olarak, romanlarını okuyanların sevdiği türden bir arkadaşlığı kendi hayatında da bulduğunu söyleyemem. Bazı kimselerle oturup sohbet etmesi, ihtiyaçları olduğunda yanlarında olması gerçekte özlediği arkadaşlığı bulduğunu göstermez.
Yazarımızın en büyük hizmetlerinden birisi Türkiye’de bir “tarih şuuru” uyandırmasıdır. Bölünmek, parçalanmak istenen ülkemizi ve insanımızı bir arada tutmak için büyük çaba harcadı. Bu gayretinde de güçlü bir vatanseverlik ruhu vardı. Bu muhteşem idealizmin temelinde ne yatıyordu? Kısacası Türkiye sevdası diyebilir miyiz?
Elbette, tereddütsüz “Türkiye sevdası” diyebiliriz, çünkü o ülkesini ve insanını çok seven bir yazardı. Bu sevginin kırıntısını gördüğü ya da bulduğu bir durumla ya da insanla karşılaşınca heyecanlanırdı. Gözümün önünde ülkesine duyduğu o derin sevgiyi örnekleyeceğine inandığım bir sahne canlandı şimdi: Bir akşam, ben yemek masasını hazırlamak üzere mutfağa gidip gelirken Tarık Buğra, televizyondaki 20.00 haberlerini dinliyordu. Salondan çıkarken kendisini koltukta oturur hâlde bırakmış, döndüğümdeyse televizyonun karşısında ayakta bulmuştum. Ekranda dönemin Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Mehmet Keçeciler, şimdi yerini hatırlamadığım, kalitesi yüksek yeni bir petrol yatağı bulunduğunu müjdeliyordu. Sessizce bekledim. Ekrandaki haber akışı değişince Buğra bana dönüp; “Gördün mü Hatice” diye sordu: “Bakanın sesi heyecandan nasıl titriyor, gözleri sevinçle nasıl parlıyordu. Bu adam ülkesini seviyor; ben bu adamı sevdim.” Gazete yazıları dâhil bütün yazdıklarında ülkesine ve insanına duyduğu sevginin izleri vardır. İnsanlara, meselelere, olaylara hep o sevgiyle bakardı. Bir yaz akşamı, bir tatil köyünde deniz kenarında oturmuş sohbet ederken uzaklardan kulağımıza gelen Klasik Türk Sanat müziğini bir süre dinledikten sonra bana dönüp “Ben bu milleti bütün hücrelerimle duyuyorum. Onun hikâyesini ancak ben yazabilirim.” demişti. Başka söze gerek var mı?
“Sımsıkı bağlandığım bir değerler ve inançlar manzumesi sayesinde ayakta kaldım.” diyen Tarık Buğra’nın ‘değer ve inançlar’dan kastı neydi, bunlar nelerdi, bahseder misiniz?
Aslında yukarıda anlattıklarım bu manzumenin bazı maddelerini içeriyor. Başı Türkiye ve insan sevgisinin çektiğini biliyorsunuz artık. Kendisi bu değerler ve inançlar sistemini bir dosya kâğıdına yazdığı notlarda şöyle ifade ediyor:
“Çetin bir hayatım oldu; çünkü sağ sol, şu grup bu grup umursamadım; yazarlığın kesin bir kafa bağımsızlığı istediğine inandım. Fakat bu demek değildir ki, sımsıkı bağlandığım değerler yoktur. Tam aksine bir değerler ve inançlar manzumesi sayesinde ayakta kaldım. Bunların başında da Türkiye sevgisi gelir, Düşünceye saygı gelir. İnsanın ancak bu sevgi ile bu saygıdan kopunca küçülebileceğine, ancak o zaman horlanabileceğine inanıyorum.”
Bu değerler manzumesine bayrak ve aile sevgisinin yanında doğa sevgisini, hayvan sevgisini de ekleyebiliriz. Tarık Buğra, kuşları, kedileri köpekleri, atları, ille de çocukları da çok severdi. Bütün hikâye ve romanlarında hatta düz yazılarında da bu sevgilerin yansımaları vardır.
Tarık Buğra edebiyata bir bütün olarak bakan üstün bir kalem erbabıydı. Bölünmelere karşıydı, sağ-sol ayırımı yapmazdı. Ama sanırım bazı çevreler (bilhassa sosyalist kesim) onu özellikle görmek istemedi, yok saymaya çalıştı. Bir bakıma dışladılar. Buna üzülür müydü? Bu konuda ne düşünürdü?
Eserleri, dolayısıyla kendisi hakkında yazılanların çoğu, ortaya konulan eserin eleştiri kuralları, ilkeleri gözetilerek güçlü ya da zayıf yanlarını ortaya çıkarmak amacıyla değil, kişisel intikamların alınması, nefret ve düşmanlıkların sergilenmesi için fırsatı ganimet bilenlerin yazdığı yazılardır. Eser romansa romanın, senaryo ise senaryonun gerekleri göz önünde bulundurularak değil, her zaman kişisel küçük hesaplarla yazılmış yazıların ve insanların bol olduğu ülkemizde Tarık Buğra’ya da hep aynı bakış açısıyla, eseri bahane edilerek saldırılmıştır. Kendisi, o kişileri iyi tanıdığı için, haksız olduklarını bile bile, bu kadar küçülüşlerine üzülür, ama yazdıklarını umursamazdı. “Biz işimize bakalım.” derdi. “Ben ne yaptığımı biliyorum.” Kendisine ve eserine inancı tamdı, sağlamdı. Ölümünden bu yana geçen otuz yıl da yanılmadığını gösterdi.
Türkçeyi eserlerinde nakış gibi işleyen bir edibimizdir Tarık Buğra. Ve Türkçemiz eserlerinde şahikasına erişiyordu. Onun dil hassasiyeti hakkında neler söylemek istersiniz?
Türkçemiz hakkında yığınla yazı yazmış biri olarak Tarık Buğra, Türk Edebiyatının en güçlü kalemlerinden biridir. Bunda dili bütün incelikleri ve imkânlarıyla iyi kullanabilmesinin payı vardır. Kelimeler onun gözünde sadece sözcükler değil, medeniyetimizi, kültürümüzü bütün güzellikleriyle gelecek nesillere aktarma vasıtalarıdır. Bu anlayışla dilimize yerleşmiş, kültürümüzün bir parçası olmuş bazı kelimelerin sırf yabancı kaynaklı diye dilden atılmasına her zaman karşı çıkmıştır. Bu tutum ve anlayışını eleştiren bir zamanların Öztürkçeci Türk Dil Kurumu Başkanı Ömer Asım Aksoy’la aralarında geçen bir tartışmada verdiği cevap meşhurdur. Kendisine, “Tarık Bey, siz ki Türkçeyi en iyi kullanan yazarlarımızdan birisiniz. Arapça ‘hakikat’ yerine Türkçe ‘gerçek’ yazsak ne kaybederiz?” diyen Aksoy’a “Hakikati kaybederiz hakikati.” demiştir.
Dilimize yani kültürümüze girmiş, benimsenmiş, yüzyıllar içinde Türkçeleşmiş bazı kelimelerin (özellikle de Arapça ve Farsçadan alınmışların, çünkü Batı dillerinden alınmışlara kimsenin bir şey dediği yok) sırf kökenleri yüzünden dilimizden atılmasını isteyenlere itirazı o kelimelerin şarkılarımıza, türkülerimize, atasözü ve deyimlerimize girmiş olmasındandı. Başta Düşman Kazanmak Sanatı olmak üzere Politika Dışı, Bu Çağın Adı, Vitrinlerin Zaferi adlı kitaplarındaki yazılar dil anlayışını ortaya koyan örneklerle doludur, ama biz burada sözü keselim.