O coğrafyadan bu asırdan sesleniyorum…
Garip şeyler oluyor. Çok acayip dönemlerden geçiyoruz. Hayatın bu
biçim karmaşık olduğu başka dönemler olmuş muydu. Ölümün bu kadar ucuz olduğu,
ölümün bu biçim umursanmadığı, ölüm üzerine tefekkür edilmeyen başka asır olmuş
muydu bu kadar, düşünmeden edemiyorum. Çok garip işler dönüyor. İnsan, insani
melekelerini komple yitirmiş gibi. Son dönemlerin popüler endişesi olan ‘‘insan
bedenine çip yerleştirme’’ konusu sanki bu çip insanın ruhuna yerleştirilmiş
gibi. İnsanın bu kadar duygusuz oluşu neydendir. Ya şu gamsızlık, ya şu
arsızlık, aklım almıyor. İnsanın bu biçim manasını yitirmesini neye
bağlıyorsunuz.
Çok garip dönemlerden geçiyoruz. Kalp var, gönül metruk. İnsan
var, insaniyet mahpus. Aşk varken nasıl maddeden bahsedebiliyoruz. Ellisini, altmışını
deviren insanın daha yeni yeniden dünyaya köle oluşunu neyle
açıklayabilirsiniz. Tamam madde lazım, maddeyi tanrı ilan etmek de neyin nesi.
Adı konulmamış bir putperestlik yaşıyor çağ. Hedonizmin çirkinliğini modern
anlayış olarak algılayan şu çürümüşlüğe tükürmeyen suratların siretine
şaşıyorum. Tımarhaneye dönen şu dünya hala kimin hatırına dönmekte. Alın
terinin bu kadar kıymet görmediği bu asra, kozmetik suratların hükmüne, plastik
güllerin ederine ve daha nice gulyabani ilkelerin kutsi umde sayılışına akıl
erilir gibi değil.
Aşkın tabuta konulup cesetleştirilişine ne diyeceksiniz. Güzel
sözcüklerin kâr etmediği, kelamın gönül tınısına dokunmadığı, serin gecelerdeki
yıldızların altında huzur getiren o günleri kimsenin aramayışına da şaşmalı.
Sorun da şu ya: hayret melekesini yitirmiş insan. Tefekkür kanserine yakalanmış
insan. Düşünce ilmini kaybetmiş yitirmiş, insan akleden kalbini yitirmiş.
Garip acılar biriktiriyorum. Yâdında bu biçim acılar tutan var
mıydı, çeyiz sandığı niyetine sandıklarda garip acılar toplayan el yazması
tümceleri alın yazısı niyetine biriktiriyorum. Öyle bir coğrafya ki, sadece
acısı için gelip rahleye oturup, acılar rahlesinde ilim tedris etmeli. Öyle bir
coğrafya ki, gece yok ki göğüs kafesindeki coğrafyada yıldızlar harbe
tutuşmamış olsun. Öyle bir coğrafya ki, bakışlar bile şifa, dermanı asırlar
kadar uzak ve dermanı iki çift kelam… Gel ben sana coğrafyayı anlatayım.
Toplanmış ümitler dağını anlatayım, dağına yıldızlar toplanmış, her şeye rağmen
yıldızlar raksını anlatayım. Tarih kadar acılar biriktiren şu kısacık ömrün
ilhamından haberler vereyim. Sırların sırrıyla nikâhlanan ömürler anlatayım.
Bir kadının gözlerine çekilen sürmenin ömrüne çekilen bir yas
hattı olduğunu anlatayım. Babaların kamburlaşan sırtından sana sırlar vereyim
mi. Ay’a özenen gençlik heveslerinin cehennem çukuruna dönüşünü hangi vicdan
kabul edebilirdi ki.
Gel ben sana şu son demi anlatayım. Güneş gözlü dilberlerin, ay
yüzlü âşıkların çürümüş heveslerini bildireyim. Geceler boyu yatağını musalla
edip hüngür hüngür ümitleri tükenmişleri fısıldayayım.
Sana tarihin en esrarengiz coğrafyasından sesleniyorum. Gün olur
aşka bedel bir coğrafyanın sırlarından sihrinden bildiriyorum. En mistik
hayatların keder bürünmüş kaderinden bahsediyorum. Sana, tuzlu terin yaraya
yaklaşmış kadrajından haberler nakşediyorum. Görmem mi sandın gözlerinin
ötesini. Görmem mi sandın gönlünün o tarif edilememiş kederini. Sana o
coğrafyadan bu asırdan sesleniyorum. Terk edilmiş bütün güzelliklerin yeniden
inşasından sesleniyorum. Aşk için koşturan o acemi âşıkların samimi ifşasından
bahsediyorum. Gönlün etrafını çepeçevre saran o dikenli coğrafyanın ortasındaki
ışıl ışıl o gülün ta yanından sana sesleniyorum.
İnsanın o en zor hâli olan bu asrın esaretine, garip acılar
taşıyan şu asrın bu son hâline hayretler olsun. İnsanın bedenine ‘çip’ yerleşti
diyelim, ya insanın ruhuna yerleştirilen ne, aklına sızan kim, gönlünü perişan
eden ne kim… Garip işler oluyor, ilginç şeyler dönüyor şu son çıkmazında
dünyanın…