O belgeseldeki boynuzsuz keçi
Agnes Varda ile Fransız fotoğraf sanatçısı JR’ın birlikte çektikleri, 2017 tarihli Mekanlar ve Yüzler adlı belgeseli izlediğimde üretken hayatların birlikte üretme eylemi ve tatlı yöntemini de seyrettim. Bana, özellikle sinema sanatının, diğer pek çok sanattan farklı olarak birlikte üretilen bir sanat olmasıyla birlik-beraberlik deneyimine katkı sunan en mühim araç olduğunu bir kez daha düşündürdü. Tabi dünya ve ülkemde farklı amaç ve anlamlarda sinema merkezleri ve bir nevi sinema vitrini diyebileceğimiz festivalleri ve diğer bütün gösterim platformlarını düşündüğümde, öne çıkarmış olduğum birlik ve beraberliğin hep kendi içinde olduğunu ve dışa çıkıldığında anında hep beraber var olma değil, karşıtını yok etme, hatta en başından yok saymaya dönüştüğünü hatırladım. Yok sayan yok olmayı istiyor olmalı. Karşı/t, farklı var oluşu yok saymanın hakkıyla var olamamayı seçmek olduğunun umarım bilincindedirler. Ve hakikaten aklı başında hiç kimsenin umurunda olmadıklarının da umarım…
Belgeselin bende öne çıkan yanlarından biri güzergahın plansız oluşuydu. Planlanmamış, rastlantısal her mekânda karşılaşmış oldukları insanlardan birinin, kendi yaşamında, kendi konusundaki erdemli, ünsüz kahramanlığı dikkatlerini çekiyor. O insanla çok doğal, çok insani muhabbet ediyorlar ve rızası olduğunda da onun büyük boy fotoğrafını o mekânın dış yüzeyindeki en uygun duvara yapıştırıyorlardı. Fotoğraftan sonra o insanlardan birinin, fotoğrafı sebebiyle çok bilinmek ve sosyal platformlarda bu denli görünüyor olmaktan rahatsız olduğunu dile getirmesi de önemli bir ayrıntıydı.
En çok ta keçi çiftlikleri ile dolu bir bölgeden geçerken, büyük bir çiftlikte keçilerin hepsinin boynuzsuz oluşu dikkatlerini çekiyor. Nedeni sorulduğunda boynuzlarının en başından yakıldığını, böylece kavga edip birbirlerini yaralamalarını önledikleri cevabını alıyorlar. Aynı işle uğraşan bir başka çiftçi ise “İnsanlar da kavga ediyor.” Diyor. Onların birbirlerini yaralamamaları için hadi kalemlerini, klavyelerini kırdık diyelim, dillerini mi koparalım? Hadi silahlarını ve her şeyi, sanatı, sinemayı, şiiri bile birer silaha dönüştürmelerini bırakalım ellerini mi kıralım? Gibi sorular artarda sıralandı tabi zihnimde. Hiçbir kitabı, hiçbir sanatı kendisi kadar, olduğu kadar ve sakin izleyememek, fikir fikirliğin içinden fıkır fıkır yeni ve daha arıtılmış hayat yorumları çıkarmak vazifemiz efendim. Ve bu bile isteye seçtiğimiz vazifenin hakkını verirken bizim hayatımız da bir hüzün şenliğine dönüşüyor.
Aklı başında, bilinçli diğer bir çiftçi -boynuzlu olarak var olmuşsa, yani nasıl olmuşsa öylece kalması gerekir- anlamındaki görüşleriyle bütün bu, doğaya, doğal çevreye olan gereksiz müdahalelerin “Hep daha çok üretmek, ne olursa olsun koşulsuz üretmek hırsı” ile alakalı olduğunu ifade ediyor. Fotoğrafı asılası diyorum içimden. Bu ana fikir dünyaca dara sokulmuş, darağacına asılmış olsa da… Belgeselin içindeyim ve ben de bir işin ucundan çoktan tutuyorum. Çok uzakta, çok farklı, şimdi vefat etmiş olmasının önemli olmadığı bir sanatçı ve eseri üzerinden aynı fikirde ve çabada birleşmiş oluyorum. İçimden diyorum ki; örgün olarak birleşemesek te sanatın uzaktan da olsa birleştirici, toplayıcı bir yanı var. Dağıtan, ayrıştıran yanı daha çok kullanılıyor olsa da…
Bu arada; kimi sanatçıların ve “sanat cemaatleri”nin sanatı bir boynuz gibi kullandıklarını söylemiş miydim? Zaten biliyor muydunuz? Tamam.
İnsanlık; en başta kendi tabiatında, doğal çevresinde zaten var olan, o yaralamayan ama en azından korkutan bir “boynuz” u yakıp yok etti mi? Savunma adı altında saldırma sanayisini, teknolojisini kurarak kendisine olmadık büyük boynuzlar, boynuzlar, boynuzlar mı taktı? Bütün kaynak ve imkân tepelerine bir kendisi mi zıpladı o büyük boynuzlarıyla?
Diyelim ki böyle bir belgeselde insanlığın büyük boy, duvar boy resmi asılmaya değer değil!
Biz yine kendi taşramıza çıkalım, taşın, toprağın, yaylanın, sahilin zulasında kendi hayatını bilinçle yaşayan bilinmez emekçilerimizi arayıp bulalım ve… Yok. Vazgeçtim. Boy boy duvara asmayalım onları. Onlar da istemezler büyük ihtimal. Fındıkzade’ye el arabasıyla kucak kucak dağ papatyası getiren amcanın fotoğrafını çekmeme izin vermeyişini ve bunun gerekçelerini bir bir izahını nasıl unuturum. Fakat onların kıymetli ve bilinmeyen emeklerini sanatı aracı kılarak gündeme getirelim. Asıl zanaatın dürüst ve erdemli yaşama mücadelesi olduğunu defalarca sergileyelim. Aslını unutmuş sanat bu zanaatın dünkü bebesiydi diyelim.
Mekanlar ve Yüzler/Agnes Varda/Belgesel film, seyahat, farklı insan ve hayatlarla tanışma, ihmal edilmeyen tabii hayat, bir üst kat sanat ve zirve: doğru üretim...
İşte en çok sevdiğim hayat tarzı!...