Nietzsche sonsuza kadar haklı çıkacak.
Friedrich Nietzsche, “Putların
Alacakaranlığı” kitabında, herkesin bildiği bir gerçeği şöyle ifade eder: “Yaşam
hakkında, tüm zamanlarda en bilgeler hep aynı yargıya varmışlardır: d e ğ m e z
…”
Hayatımız inanılmaz bir
hızla ilerliyor. Hırslarımızın peşinde koşmak için ne kadar gayret sarf
ettiğimizi, rüzgârın terli bedenlerimize çarpmasıyla ancak anlayabiliyoruz. Bu
alelade durum, bazen hayatın tam ortasında oturup soluklanmak ve bir bardak su
içme ihtiyacı hissettiriyor. Fakat insan, su içerken ve soluklanırken dahi elde
edeceği kazançları düşünüyor. Bu düşünceden neşet eden koşu, hayatın bütününü
kaplamışken, soluklanma ve su içme fillerini fizyolojik ihtiyacın karşılandığı
küçük bir zaman dilimine hapsedebiliyoruz.
Belki de bir insanın kendine
yapabileceği en büyük haksızlığı yapıyor; kendimize düşünme fırsatı vermek
istemiyoruz. Çünkü biliyoruz ki aklı selim her düşünce, bu hızlı koşunun
yaşamamız gereken hayatın kendisi olmadığının itirafını insan yüzüne çarpmak
için fırsat kolluyor. Fakat kimse bu fırsatın, ‘değmez’ denilen dünyanın
peşinde koşan bedenin susamasıyla ve ruhun soluklanmak istemesiyle tomurcuklanacağını
düşünmek istemiyor. Şehrin bilboardlarından içimize işleyen ‘hadi yap’
sloganları, ‘değmez’ dediğimiz her şeyi en değerlimiz haline getirerek koşunun
niteliği ve niceliği hakkında bizi bizden daha çok ikna edici olabiliyor. Bu
nedenle ‘hadi yap’ bedenin, ‘değmez’ ise ruhun en klişe cevaplarından biri
haline geliyor.
Görünenin aksine buradaki
mesele, ruh ve bedenin bu koşuda nasıl beraber yol alabileceğiyle ilgili değil;
bedenin arzularının esiri haline getirilmiş ruhun yanlış yolda olduğuna
kendisini ve sahibi olduğu bedeni nasıl ikna edebileceği meselesidir. İşlerin
karıştığı nokta da tam olarak burasıdır: Beden nasıl ki ruhun dünyada beş para
etmez işlerine (!) ve isteklerine hayıflanıyorsa, ruh da bedene bakıp “kendi
çıkarı için bana her türlü muameleyi reva gördü” diyerek aynı şekilde hayıflanmaktadır.
Bu durumda hangi tarafın galip geleceğine, kişinin dünyaya geliş ve var olma
amacını idrak edebilme kabiliyeti karar verecektir.
İşte Nietzsche’nin söylediği
sözle gelinen yol ayrımı da tam olarak burasıdır. Ruhun, dünya gözüyle para
etmeyen ihtiyaçlarını gidermek için bir yürüyüşe çıkmak mı? Yoksa bedenin
sınırsız haz ve zevklerine yetişebilmek için bir koşucu olmak mı?
Birinci seçeneği seçenlerin
etrafında onu anlayacak pek az insan olacak ve bu durum insanı, münzevileşen
bir hayatın tam ortasında bırakacak. Fakat düşünülenin aksine bu yeni mekân
insana, bedeni ihtiyaçlar için oldukça kalabalık bir yerde bulunanların farkına
varmadığı bir fırsatı; ‘ruhun ruhunu’ dinleme fırsatını verecek.
İkinci seçenekte ‘herkes birbirini
anlıyor’ dedirtecek kadar çok insan etrafı sarmış olsa da bu durum insanı,
izdiham yaşanacak bir hayatın tam ortasında yapayalnız bırakacak. Fakat düşünülenin
aksine bu yeni mekân insana, ruhi ihtiyaçlar için oldukça tenha bir yerde
bulunanların farkına varamadığı bir fırsatı; bedenlerin çığlığını dinleme
fırsatını verecek.
İki ihtimalde de ruh ile
bedeninin ancak çapraz sorguda ancak ortaya çıkartılabilecek tutarsızlıkları, ilahi
olarak görevlendirilen meleklerce zapturapt altına alınmaya devam edecek. Fakat
ne yazık ki ruhu doyurmak üzere kurgulanmamış olan sistem yine galip gelecek. Sonuç
olarak Nietzsche yine haklı çıkacak; d e ğ m e z!