Nesneler, insanlar, ilişkiler
Nesnelerin gerisinden bakıyoruz hayata. Boşluğa bir çıkıntı olarak yerleşen nesneler birbirimizi yakından görmeyi engelliyor. Modernleşme onu yüceltip değerlerin merkezine yerleştirerek insan karşısındaki konumunu yukarılara taşıdı. Ne vakittir nesneler insanı insan yapan değerlerin arasına sızarak meşruiyetini artırdı, hayatın tam ortasına oturdu. Ne var ki nesne büyüdükçe insan küçüldü, nesne yaklaştıkça insan uzaklaştı, nesnenin gözleri parladıkça insanın gözleri kısıklaştı, nesneye ruh bahşedildikçe insan ruhu buharlaştı.
Dünyaya doğduğu için insan mülkiyeti sever. Bedeninin doğal uzantısı ve muhatabı olarak ona zafiyet gösterir, çoğu zaman da büyüsüne kapılır, yenilir. Bu hep böyledir. Beden kendisi gibi olanı sever, kendini onunla ne kadar tahkim ederse o kadar güvende hisseder. Öteki insanlar, sosyal çevreler, menkuller, gayrı menkuller, evler, arabalar hep bedenin şenlik ateşleridir ve bir müddet sonra bu ateşin ışığı ruhu da sarar, onu da etkisi altına alır. Bedeni rahatlatan nesneler ruhu kolay ayartır. Nesnenin insan karşısındaki gücünü pekiştirmesi, ona ulaştıran mekanizmaları da kuvvetlendirmiştir. İnsanı nesneyle buluşturan sosyal çevreler, çıkar ilişkileri, mevki ve makamlar, para getiren uğraşlar ve meslekler hep insanın nesne karşısındaki yenilgisinin somut yaşam alanlarıdır. Buna karşın, nesneyi güzel gösterdiği halde fetişleştirmeyen, her daim insanın iradesini açmada kullanan sanat, edebiyat formları para getirmedikleri ve nesneye mülkiyet ilişkisi bakımından yaklaşmadıkları, ruhun bağışıklık sistemini çökertmedikleri, nesneyi dışlayan değerler sisteminin bırakın kökünü kurutmayı, oraya ha bire nem taşıdıkları için yine aynı düzende değer kaybedecek, tahfif edilecek ve dışlanacaktır.
Modernleşme insanın nesne karşısındaki zafiyetinden yararlandı ve onu yönetmenin, sevk ve idare etmenin bir yolu olarak merkeze yerleştirdi. Bütün değerler sisteminde takasa giren “madde” oldu böylece. Modernleşmenin en büyük zihinsel kurgularından biri olan kapitalizm, maddecilik yani nesnecilik demektir. Nesnesi çok olan güçlüdür, az olan güçsüzdür bu sistemde. Menkulü, gayrı menkulü çok olan güçlüdür, az olan güçsüz ve hatta hiç nesne sahibi olmayanın kendisinin de olmasına gerek yoktur. Bu, aynı zamanda ilişkileri de madde zeminine çekerek sanat, edebiyat ilişkileri yerine menfaat ilişkilerini merkeze konumlandıran bakış açılarını da güçlendirmiştir. Böyle bir toplumda güçlü olmak; insan ruhundan, bilimden ve sanattan anlamak değil, zengin çevresi bulunmak, makam sahibi arkadaşları ve bir şekilde siyasete bulaşmış olmak anlamına gelecektir.
İnsan nesneyi sevmez mi? Bu elbette fıtri bir şeydir. Öncesinde de insanlar maddenin hayranıydı ve belli ilişki biçimlerini ona göre ayarlıyorlardı; ancak modernleşme nesne merkezliliği bir sosyal ve ekonomik sisteme dönüştürerek güncel hayatın bütün kodlarını ona göre düzenledi. Sorun, nesneler düzeneğinde insanın ayrıntıya dönüştürülmesi, hatta nesnelerin arasında büsbütün yok edilmesidir. Varılan noktada bireylerin, toplulukların, toplum ve devletlerin mutlak gelişmişlik ölçüsü olarak dikkate alınan tek kıymet nesnedir. Ne kadar çok nesneniz varsa o kadar gelişmişsiniz demektir. Maddeden ne kadar mahrumsanız o kadar geride kalmış, gelişmemiş ve hatta kötü gözle bakılan, bir müddet sonra da kötülük üretensiniz. Bu, modern süreçlerde maddeden mahrum kalan varoşların önce ötekileştirilip kötü gözle bakılan, ardından da kötülük üreten sosyal yapılar olarak tahayyül edilmesinde kendini net biçimde göstermektedir. Kolektif şuur hayata gelişmişliği, gelişmişlik algısı maddeyi yerleştirdiği için her türden madde yoksunluğu kendiliğinden gelişmemişliğe ve şeytanlaştırılan yokluğa vurgu yapmaktadır. Yokluk, yoksunluk ve yoksulluk böylece bir durum olmaktan çıkarak kendinden uzak durulması, kaçılması gereken kötülük menbaına dönüşmekte; zihinlerde tahfifi aşan bir aşağılamaya yer aralamaktadır. Zengin karşısındaki yoksula özgü mahcubiyet kolektif algıdaki yoksulluk-kötülük imgesinin sentezine dayanmaktadır. Modernleşme bize zenginin kutsanması ve zenginliğin her vesileyle kutlanması, yoksulluğun ise yargılanması ve her vesileyle aşağılanması gereken bir durum olduğunu çoktan öğretti, genetiğe dönüştürdü. Kapitalizm, onurlu bir yoksulluğun onursuz bir zenginliğe tercih edilmesi gerektiğini bize çoktan unutturdu.
Bugüne kadar dünyanın nesneleşmesi sürecine en çok muhalif olması gereken Doğu uluslarından ne entelektüel ne bilim ve sanat ne de siyaset çevrelerinden güçlü sesler çıktı. Kapitalizmi ha bire pompalayarak insanlığın bugüne taşıdığı nesne-dışı değerleri devre dışı bırakmayı amaçlayan bu sistem hatta Doğu’da Batı’da olduğundan çok daha hızlı yer buldu kendine. Kategorizasyona ve sinarşiye bir hayli zamandır teşne olan iç dünyalar nesne egemen bir yeryüzü tahayyülünün üstüne atladı ve güncel hayattaki geleneksel paradigmalarını bir çırpıda ortadan kaldırdı, geleneğe kısa devre yaptırdı. Kavramlar, üretimler, meslekler kendini hep bu yeni düzene göre ayarladı, duygular da onlara eşlik etti.
Gelişmişlik, az gelişmişlik, hiç gelişmemişlik devlet sistemlerinden başlayarak toplumun farklı katmanlarına yayıldı; üst sınıf, orta sınıf alt sınıf kavramlarında somutlaştı. Zenginler, orta gelirliler, yoksullar; yüksek eğitimliler (çok para getiren meslekleri garanti edenler), orta eğitimliler (ancak geçinecek kadar meslekleri sunanlar), eğitimsizler (hiçbir mesleki garanti sunmayanlar, dolayısıyla geçimi tesadüfe kalmış olanlar); modern şehirler (her türden maddi ihtiyacın karşılandığı yerleşim birimleri), ortalama şehirler (bazı ihtiyaçların karşılanıp diğerlerinin karşılanamadığı), geri kalmış şehirler (sadece maddi imkanların değil ona bağlı olarak her türden imkanın imkansıza dönüştüğü) gibi uzayıp giden bu tasnifler hep nesne egemen yeryüzü tahayyülümüzü içselleştirmenin kavram alanlarıdır ve bunlarla o kadar iç içeyiz ki yeni bir sistem kurmak, neredeyse atomu parçalamaktan daha zordur.
İnsanoğlu gerçekten tuhaf bir varlık. Gözünün önündeki insanı bir çırpıda harcıyor da maddesi metal olan robota hayran gözlerle bakıyor; gözünün önündeki cennet gibi dünyayı saniyesinde yok etmeyi düşünüyor da yaşamak için kendine Mars’tan yer arıyor. İnsanları birbirine bağlayan binlerce yıllık geleneği çağ dışı ilan ediyor, ona düşmanlık besliyor da günümüzdeki parçalanmaya derman olacak tek bir sistem kurmak için sayısız sosyal bilim alanı inşa ediyor. Nesneyi tanrılaştırıyor da öteki insanların kendisine tapınmasını istiyor.