Nefessiz Bir Nokta
Gönülde bir yara…Yâr, gönle uzak düşmüş. Teselli olacak hatıraya
tutunmak başka bir yara. Evveli yok, an ise boşlukta.
Hatıralar, ellerimizde canlanan
çiçeklerdir. Geçmiş ve geleceği
buluşturan ve görünmez köprüler kuran
hatıralara sarılı ruhumuz şimdi yorgun.
Gün olur, ruhumuz buluşur umulmadık bir anda. Gizli bir
kalem nice derin hatıralar bırakır ömür
defterinde. Gün olur, zaman tüm perdelerini kaldırır; gün olur,
güneş perde ardından gülümser. Gün olur, ne ışık ne ısı olur.
Toprak kıvamını bulur, tohumla buluşur. Bir, bin olur; umut belirir
ve tutunuruz hayata. Bir dua kalbimizde şifa olur. İçimiz engin
bir ovaya dönüşür.
Dün; geçmiştir, değişmez, silinmez, düzeltilmez ve düne gidilmez. Dünden umut devşirilmez, dün uçup giden kuşlar gibi. Bir daha dönülmez.
Şimdi zaman oldukça geçti, yeni
bir sayfa açıyoruz. Kalemin mürekkebi dolu. Bunu nasıl bitirmeli, nasıl devam etmeli?
Korkulara kapılıp durduğumuz yerlerde bilincimiz elimizden kayıp gidiyor.
Yazmak, çizmek zor. Yazılanı silmek mümkün değil. Sığmıyor ki elimizdeki kaba.
Taşıyor, dökülüp saçılıyor duygular.
Ritmini bozuyor kalbimizin yaşadıklarımız. Raydan çıkar gibi çıkıyor
talepler. Kontrolsüz sınırlardan geçip iltica ediyor ruhumuz. Bedenimiz, yediemine bırakılmış ve
hurdalıklar parkına çekilmiş. Günden güne paslanıyor kalbimiz. Unutulmuş
eşyaların sahipsizlik duygusu buruyor içimizi. Ve tenimizin güneş yanığını
kapatan zorlama gülüşler… Gülüşlerden çıkardığımız geçici mutluluk elimizde kalıyor. Bizim değildir o da.
Bir şarkının sözleri ateş olup yakıyor:
“İçim yanar…” İçimiz yangın evi. Benzimiz kül gibi. Cümleler neşesini kaybediyor. Nefessiz kalıyor
harfler. Heceler düşüyor dilimizin ucundan.
Memnû cümlenin gizli öznesini,
hiç yazılamayacak hikâyenin kahramanını çekip alnından vuran silahın susturucu
acısına katlanıp yaşamak. Kader! Evet, kader! İçine düşülen deniz midir,
sonsuzluğa çıkılan yol mudur? Küstüğümüz dağların yükünü almak. Bizi boğan
havanın kurşunlaşan ağırlığı…
Kanın taşıdığı oksijenin azalması gibidir uzak kalmak. Sessizlik, mahrumiyetlerin
en sancılısı değil midir? Terk edilmiş
şehirlerin sessizliğinin ağır yüzü. Yollara karanlık çöküyor. Kalkıp
kervana katılmak için mecal kalmıyor.
Abdülhak Hâmit içinde bulunduğumuz hâli söylemiyor mu? “Kimden
kime etmeli şikâyet/Bu müşkile kim verir nihâyet” Nihayeti olmayan cümleler boğazımızda. Kıymık
olup batar mı sevgi sözcükleri? Batıyor, kanatıyor belki. Kan kaybından değil
ama an kaybından gidiyor bir can. An; sevmekle güzelleşen ve birlikte akan zaman.
Nâmütenâhî bakışlarda kaybolan ruhun içli şarkılardaki aradığı teselliyi
kim verecek ki? Toprağın çağrısına
uymayan yağmur damlası mıdır? Yoksa yağmura verilmeyen izin mi?
Gizli bir müjde midir gelen? Teşhisi
bilinen ama tedavisi mümkün olmayan müzmin ve muztarip bu hastalık…
Kader, kafes midir ruhumuzun kapatıldığı? Sorgusuz sualsiz kabul edilen
bu rolün hakkı nedir? İçten yıkılan
binalar misali değil midir hâlimiz? Şimdi sessiz ve muztarip bir
denizdir içimiz. Şikâyeti arz edeceğimiz makamlardan verilen ret yüzümüzü
donduran soğuk. “Şekvanı dinledim ezeli muztarip deniz/ Duydum ki ruhumuzla bu gurbette sendeniz” diyen Yahya Kemal gibiyiz. Şimdi nefessiz
bir noktadır aşk denizinde sabrımız.