Nedim Sarı
Son vaazını bu senenin temmuz ayının son cumasında vermiş ve yine bu senenin 19 Eylül pazar günü son kez cemaatin en önündeydi. Amma sessiz bir şekilde vaaz veriyordu. Bu defa yalnız cezbeye gelenler değil, orada olan herkes göz yaşları arasında arkasında saf tutmuştu. Ben de o yüreği yaralı gözü yaşlı olanların arasındaydım.
On yıllar önce MTA camisinde ve bir cuma vaazında
ilk defa tanımıştım onu.
Simasında İslamın şefkat ve halaveti tecessüm
etmişti.
Lisanındaki hikmet ve marifet caminin sesiydi.
Yaşantısındaki sadelik, İslam’ın ihtişamı, camiden
cemiyete dağılan hakiki yüzüydü.
Kur’an okurken Mısırlı meşhur hafız Sıddık Minşeviyi
taklit etmesi ise arkasında kılınan namazın huşu ve huzurunun en canlı
tarafıydı.
Yıllar geçiyor ve Nedim hocam artık
sığmıyordu bu küçük camiye. Bilhassa cumaları cemaat caddelere taşıyor adeta. O
semt bütün ecsamıyla lahuti bir hal alıyordu. Çünkü merhum hocamız kadar çok az
insan camiyi böyle salim bir şekilde cemiyetin ve İslam medeniyetinin merkezi
haline getiriyordu.
Ey şehri nur olan Diyarbekir! Sen ne kaybettiğinin
farkında mısın?.. Ağla ve kıyamete kadar çağla! Dicle nehrinle ve on gözü on
çeşme olan tarihi köprünle bağrındaki açılan yaraya merhem ara...
Hocamızın kudsi yolculuğu, Gaziler semtindeki
Demirok Camisiyle kemale ulaşmaya başlamıştı. Adeta bütün şehir ve havalisi hatta
civar il ve şehri Amid’in bütün ilçelerinden Müslümanlar hocamın camisinin
sürekli cuma sakinleri ve sabah namazının müdavimleriydiler.
Zannederim ki çok az alim Nedim hocam kadar Kur’an ve
sünneti ve dahi bunların icra yeri olan camiyi müminlere sevdirdi.
Ve yine derim ki çok az alim onun kadar camiyi
yeniden asli hüviyetine kavuşturup İslam’ın bütün değerlerini camide cesaret ve
hikmetle terennüm etti. Risale-i Nur ve muhterem müellifi Bediüzzaman Said Nursi
bunların en başta geleniydi.
Hocamızın yüzündeki tebessüm halindeki halavet ve
sürekli kendini ilim ve hikmetle geliştirmesindeki canlılık etrafını daha canlı
kılıyor, kendisini de mekanlardan hicret etmenin hikmetiyle yüzleştiriyordu.
Bir gün bana bir kitap hediye etti. Söz uçar yazı
kalır fehvasınca vaazlarını kitap haline getirmişti. Benden de bu emeğine emek
katmamı istemişti. Bense kitaptan çok kürsünün onun gerçek kimliğini ortaya
koyduğunu ve kıyamete kadar ağzının bozulmadan camilerde hakikati haykırmasını
istemiştim. O da her zamanki gibi edep dolu şefkatli ve huzurlu tebessümüyle
başını hafif öne eğmiş; muhabbet ve uhuvvet dolu o nahif bedeni ve latif
kalbiyle bana sarılmış, tevazuunun zirvesindeki haliyle benden dua talebinde
bulunmuştu.
Ey şehri sahabe ve evliya! Bu hüzün ve firak,
bağrındaki her müminin hayatında unutulmayacak bir rahne açacak. Bu mevsim-i
hazanda kederlen ve dahi kaderinle rahmetin kapısında merhameti dillen!
Ve hocamız artık Allah’ın (cc) bir yeni evinde vaaz
etmek, orada cemaatinin önünde kemer beste-i ubudiyet etmek istiyordu. Büyük meşakkatlerden
sonra nihayet istediği oldu.
Hayatının en büyük hakikatlerinden ve her vaazının ilham
kaynağı olan alimlerden Bediüzzaman’ın isminin verildiği camiye tayin oldu.
Zaman ihtiyarlamış, ömür nehrinde İslam’ın suyu,
imanın ışığıyla yıkanan Nedim hocamız daha da kemale ermişti. Zannederim ki son
demlerinde kürsüden vaaz etmekten ve hutbelerde konuşmaktan yorulmuş gibiydi.
Artık zamanını zeminde lakin başka zeminlerde resmi
olmayan gönüller sofrasında sohbet ederek geçirmek istercesine bir tavır
takınıyordu bazen. Bense bu halinin geçici olduğunu düşünürdüm. Çünkü her Cuma,
vaaz ve hutbesinde onu hep ilk tanıdığım günkü gibi heyecan ve hikmet dolu bir
halde görürdüm.
Altı yıl önce ayrıldım bu şehirden. Bütün
dostlardan müfarakat, bende büyük bir yaraydı bu şehri hatırlatan. Bazen şehre
seyahat eder çoğu zaman telefonla onlarla irtibat kurarak bu elemimi tahfif ederdim.
Ve geçen pazar yine bu elemin tahfifi içün
dostlarımla bir araya geldim. Günlerdir aramak isteyip de bir türlü
arayamadığım hocamın sesini duymak, hatta mümkünse kendisini görmek istediğimi
halvet halkamızdaki can sularına ilettim.
Vaessefa vahasreta... Bu sabah hocamın entübe olduğunu söyledi dostlar. Elemim yüreğimin kârı değilken çok kısa bir süre sonra birden hüzün ve endişeyle bütün lezzetleri acılaştıran bir ses dokundu yüreğimize. Nedim Hocamızın vefat haberi yayıldı şehrin bütün semtlerine.
Her ölüm yürekleri soğutur, dilleri susturur, bakışlara bir elem ve firak acısı tahkim eder.
Bazı ölümler ise her şeye bu hali sirayet ettirir. Bütün varlık onun ölümüyle alakadar olur. Söylenecek her şey boğazda düğümlenir. Sadece kalp üzülmez aynı anda gözler yaşarır. Etrafı derin ve lahuti bir sessizlik kaplar. İşte Nedim hocamızın ölümü de bu ölümlerden biridir zannederim.
Vardık kabristana. Bütün gözü yaşlı müminlerle saf
tuttuk hocamızın arkasında. O her zamanki
gibi yine en öndeydi. Yeşiller içinde, nezaket ve tebessümünün en sessiz
haliyle bizlerden helallik ister gibiydi. Ancak Hazreti Davut (a.s.) gibi
sesini saldığı bu alemde sadece baki kalan hoş sedasıydı.
Her fani gibi onun da bedenini bıraktık toprağın
bağrına. Ruhunu yolcu kıldık Mevla’nın âlî diyarına. Kabristan semtindeki
yaşlısından gencine kadınından erkeğine herkes ağlıyordu. Hele yüzü nurlu,
hadislere mazhar olmuş gibi beli bükülmüş bir bahtiyar ihtiyar vardı ki –Nedim hocamızın en kadim dostu, zor
zamanlarının abisi, babası her şeyi olan Hacı Hakkı Abimiz– kabrin başında
toprağın üzerinde evladının acısından daha büyük bir acı yaşıyormuş gibi
ağlıyordu.
Gözlerimiz yaşlı hepimiz ayrıldık kabristan
semtinden.
Ey şehri nur! Nedim hocamın dine hizmeti değerine
değer kattı ebediyen.
O kavuştu sevdiklerine inan.