Neden tutuşmuyoruz?
Son zamanlarda en çok takıldığım
bir konu var… Biz Müslümanlar bunca birikim, donanım, kazanım, deneyim, açılım
ve atılıma rağmen… Bilgi, kültür, eğitim, bilinç ve kariyer sahibi kadrolarımız
bulunurken neden heyecanımız sönük, coşkumuz yetersiz, şevkimiz kırık?
Evet, niçin
tutuşmuyoruz ve tutuşturmuyoruz?
Sohbetler,
seminerler, konferanslar, sempozyumlar, paneller, çalıştaylar… Kitaplar,
dergiler, bültenler, bildiriler, basın açıklamaları… Hutbeler, vaazlar,
nasihatlar… Ezgiler, marşlar, ilahiler, kasideler, şiirler, sloganlar,
şarkılar… Filmler, fotoğraflar, görseller… Hitabet, edebiyat, sanat, sinema,
kültür kırıla gidiyor…
Peki, tutuşuyor muyuz?
Tınısı kulaklarımızda, görüntüsü
gözlerimizde, kelimeler zihnimizde…
Peki, yüreklerimize etki ediyor mu? Gönüllerde makes buluyor
mu?
Ateşli
hatipler, coşkulu eylemler, cerbezeli nutuklar, afilli cümleler bile içimize
işlemiyor…
Vecdimiz
eksik, içimizdeki iyilik elçisi vicdan sukutlarda…
Ruhumuz bize eşlik etmiyor… Kalbimiz bize yâr
değil…
Acaba
aşkımızı, şevkimizi, vecdimizi körelten hangi günahlarımız?
Arzuların
egemenliği mi bizi engelliyor yoksa dünyevileşmekten dolayı mı bu kadar
duyarsızlaştık? Ya da ne gibi tutarsızlıklar, tenakuzlar, tutkular,
tutsaklıklar tükenişimizi hazırlıyor, tutuşmamızı engelliyor?
Bunca
uyarıcıya rağmen uyanmıyor ve umursamıyorsak demek ki yakînimizi yitirmişiz
demektir…
Gaybi iletişim ve etkileşime
sanki kendimizi kapatmış durumdayız… Hikmetler, ibretler, musibetler, afetler, ayetler artık işlemiyor…
Haz merkezli, heva ayarlı, çıkar
odaklı uyarılara olabildiğince açık bir yaşam biçimine yöneldik…
Baştan çıkarıcı ekranlar,
vitrinler, reklamlar, markalar, modeller, modalar… Bakışlar, alkışlar, arzular
bizi fena tutuşturuyor… Şovmenler, fenomenler, popstralar, futbol yıldızları,
filenin sultanları gündemden ve gönüllerden hiç düşmüyor…
Kendimizden geçiyoruz… Aslında
kendimizden kaçıyoruz. Ve bir türlü kendimiz olamıyoruz…
Demem o ki; gittiğimiz yol yol
değil… Tuttuğumz iş iş değil… Kendimize gelmemiz gerekiyor… İş işten geçmeden,
içi geçmişlerden olmadan iç dinamiklerimize dönmeliyiz, kendimizi yeniden
keşfetmeliyiz…
İçimizdeki ateş sönmüş ise onu
yeniden alevlendirecek bir kıvılcım bulmalıyız… Ateşi harlayacak, umudu
diriltecek girişimler lazım…
Ah bir tutuşabilsek kim tutar
bizi! Tutuştuğumuzda tuttuğumuzu koparırız… Sorumluluklarımızı aşkla kuşanırız…
İşte o zaman bize gelen, bizde
dirilecek…
Dünyalık hırsı ile yanıp
tutuşanlara inat, mücadele aşkı ile harekete geçip coşmamız lazım… Çünkü ışığı
bekleyen karamsar kitleler var… Ancak öncelikle bizim tutuşmamız gerekiyor
yoksa nasıl tutuşturabiliriz ki?
Yanmadan aydınlatamayız, kimseyi ısıtamayız… Önce içimizdeki
kıvılcımların çakması lazım… Kalplerimizin kıpır kıpır, gözlerimizin ışıl ışıl
parıldaması gerekiyor…
Tutuşmayan yüreği neylerimki?
Bugün başımızın üstünde
tuttuğumuz Kur’an-ı Kerim bizi tutuşturuyor mu?
Rasulullah (sav)’in örnekliği, önderliği
bizi ne kadar celbediyor?
Bir Musab b.Umeyr (ra) tutuşan yüreğiyle
Yesribe yetti…
Bugün iki milyarlık İslam ailesi
Gazze’ye yetmiyor ve yetişmiyor… Ancak tutuşan Gazze dünyayı silkeledi, İslam dünyası
hariç…
Evet, gazi Gazze tutuştu ve
tutuşturdu…
Gazze ruhu hem yerküreye hem de
gök kubbeye ulaştı.
Gazze rüzgârı tükenmemiş
vicdanlara küresel ölçekte muştular sunuyor…
Artık vakit geçiyor… Gazzeli
çocukların çığlıkları arşı-ı alayı titretirken bizim içinde
yüreklerimizin titreme zamanı…
“İman
edenler için hâlâ vakit gelmedi mi? Allah’a zikretmekten ve inen haktan dolayı
kalplerinin saygı ile ürpermesinin vakti…”(Hadid, 16)