Neden Ders Almıyoruz?
Orman yangınları, depremler, sel baskınları, trafik kazaları, hayat pahalılığı… Sırada ne var bilmiyoruz. Allah beterinden saklasın ve Allah milletimize, devletimize zeval vermesin. Ancak bu duayı yaparken başka dualar da yapmak geliyor insanın içinden. Mesela Allah içimizdeki hainleri kahreylesin, Allah içimizdeki fırsatçıları perişan etsin, Allah insan emeğine ve onuruna, insana ve insan canına değer vermeyenleri doğru yola iletsin, Allah çarşı pazardaki yangına son verecek kudrette idareciler nasip etsin gibi…
Akdeniz’de ormanlarımız cayır
cayır yandı, Batı Karadeniz bölgemiz sele teslim oldu, onlarca insanımız
hayatını kaybetti. Görünen o ki deprem, sel, yangın gibi afetler bu ülkenin
kaderinde var. Bunlar geçmişte oldu, şimdi oluyor, gelecekte de olmaya devam
edecek. Osmanlı’nın son yüzyıllarında İstanbul’da çıkan devasa yangınlarda şehrin
yarısından fazlasının çok kez yandığı kaynaklarda geçiyor. 1939’da ve 1999’da
yaşanan depremler, Doğu ve Orta Karadeniz’de son 5 yıl içinde gerçekleşen sel
felaketleri, geçmişte yaşanmış önemli hadiseler... Elazığ, İzmir, Bingöl
depremleri ise henüz yaraları sarılmaya çalışılan, acıları daha çok taze olan
doğal afetler.
Peki bütün bu olan bitenden ders
alıyor muyuz? Elbette hayır. Dere yataklarına koca koca binalar dikmeye devam
ediyoruz. Diğer başta İstanbul olmak üzere binlerce bina ileri derecede risk
taşıyor, yıkılmayı bekliyor, hâlâ adım atmıyoruz. Yangınlar ise gelecekte de
devam edecek buna şüphe yok. Mesela özellikle ormanlarımızda çıkabilecek
muhtemel yangınlarla ilgili bir eylem planımız var mı? Mesela gelişmiş
ülkelerdeki gibi ileri tedbirler alabiliyor muyuz? Bütün bu sorular cevap
bekleyen türden sorular.
Anlaşılan o ki bütün bu olan
bitenden ders almak yerine tekrarlanması muhtemel afetlere karşı para, çadır ve
erzak dağıtmaktan başka ve yıkılan binaların yerine tam da aynı yere bina yapma
sözü vermekten başka bir çözüm paketimiz ne yazık ki yok. İnsan canı ve insan
emeği bu ülkede hâlâ en ucuz şey. Rantı seven ve ranttan beslenen bir toplumuz.
Dere kenarlarına koca koca binalar dikerek, bu binaların yapılmasına göz
yumarak cebimizi doldurmanın bizi ihya edeceğini düşünüyoruz. Oysa ki katil ve
cani, tamahkâr ve hırsız, birer aşağılık yaratığa dönüştüğümüzden haberimiz
yok. Derenin kenarında bir liraya mal ettiğimiz daireyi dört liraya satarak,
belediyeye girecek üç beş kuruş gelir için bu binalara ruhsat vererek en büyük
cinayeti işlediğimizin farkında değiliz. Sonra sel olunca feryâd-u figan
ediyoruz “Neden bu kadar çok zayiat verdik” diye...
Bütün bu olan bitenden tamahkâr
arsa sahipleri, açgözlü inşaat müteahhitleri, ruhsat veren belediye yönetici ve
çalışanları, resmi ya da gayr-ı resmi denetim yetkisi olduğu halde bu yetkiyi
kullanmayan merkezi idare temsilcileri, siyasetçiler ve bürokratlar… Bütün herkes
bu zarar ve ziyandan sorumludur. Bir bölgede dere yataklarına bina dikiliyorsa
bunun yegâne sorumlusu belediye başkanları değildir. Kaymakamlar, valiler,
milletvekilleri, iktidar çevreleri ve bakanlar da en az yerel yönetimler kadar
sorumludur. Eskiden DPT vardı ve bölgesel kalkınma planlarında söz sahibi idi.
Şimdi sorumluluk kimde, yetki kimde, denetim kimde, belli değil. Her şey
birbirine girmiş vaziyette. Böyle düzen olmaz. Herkesin her şeye imza attığı
ama hiç kimsenin hiçbir şeyden sorumlu olmadığı bir düzende ancak felaket ve
kaos olur.
Mesela bazı bakanlıkların
bölgesel gelişim planlarından, illerdeki fiziki değişimlerden haberdar olması
lazım. Bu hem milli güvenlik açısından, hem de doğal afetlerle mücadele
açısından önem taşıyor. Örneğin herhangi bir ile bağlı beldelerde ya da
ilçelerde dere yataklarına, deprem riski yüksek, heyelan riski yüksek yerlere
yerleşim birimleri ve meskenler kuruluyorsa merkezi idare adına valinin bu
süreci takip etmesi lazım. Bu idari vesayetin bir gereği olarak değil,
insanların can ve mal güvenliğinin teminat altına alınması için yapılmalıdır.
Valiler bu gelişmeleri takip etmeli, ilgili belediyeleri uyarmalı, diğer
taraftan da ilgili bakanlığa bilgi sunmalıdır. Böylece devlet afet riski taşıyan
yörelerde önceden tedbir almış olur. Yoksa, çadır, makarna, para dağıtmak işin
en kolay tarafıdır. Peki hayatını kaybeden insanların acılarını nasıl
dindireceksiniz? Beldelerin on yıllardır kazanımları haline gelen yerel milli
servetin bir anda afetle çöpe gitmesi karşısında ne diyebileceksiniz? Diyecek
hiçbir sözünüz maalesef tabii olarak kalmaz.
Biz toplum olarak tamahkâr ve fırsatçı bir toplumuz. Elimize fırsat geçtiğinde kâr elde etmek için atmayacağımız takla yoktur. Toplumu frenleyecek olan devlet ve hukuk mekanizmasıdır. Bunların yanında aydınlar, kanaat önderleri ve medya da birer önemli denetim mekanizmasıdır. Kimsenin hakikati konuşmadığı, herkesin dalkavukluğa soyunduğu ve gerçekler karşısında sessiz kaldığı bir toplum, her türlü musibeti beklemelidir. Dinleme ve sorun çözme makamında olanların ise daha hoşgörülü ve daha demokrat olmaları beklenir. Ne toplumda böyle bir feraset, ne de siyasetçide böyle bir basiret var. Allah sonumuzu hayreylesin.