Nebevi öncelik
Sanıyorum; insanlık tarihinin gelmiş-geçmiş en dertli
insanı Hz. Muhammed (sav)dir… Sanki tüm dertlerden bir pay O’nun nasibine
düşmüştü… Hayırlı bir dertler mecmuası, gam yumağıydı…
Siyer
okumaları yaparken zaman zaman düşünürüm; acaba şu dünya imtihanında Hz.
Peygamberin en büyük çilesi, en ağır derdi, en çetin sınavı ne idi?
Şib’iEbiTalib muhasarası mı? Taif’te taşlanmak mı?
Mekke’de dışlanmak mı? Hicret yolunda çektiği çileler mı? Aynı yıl içinde
sevgili eşi Hz. Hatice (ra) ve amcası Ebu Talib’i kaybetmek mi? Uhud’da
hezimete maruz kalmak mı? Reci vakası mı?
Bi’r-i Maune faciası mı? İfk olayı mı? Biricik oğlu İbrahim’in vefatı mı?
Benzeri soruları çoğaltabiliriz… Bu sayılan her bir
olayın Efendimize (sav) nice acılar yaşattığı malum… Kuşkusuz kelimelere
sığmayacak çileler… Ancak bu soruları düşündükçe hep şu ayet karşıma çıkıverir:
“(Resulüm)
Onlar iman etmiyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin.”(Şuara, 3)
İşte O’nun iç dünyasındaki ıstırabın boyutu…
Müşrikler O’(sav) nundavetini reddettikçe O’nun hüznü büyüyor… İnsanların tepki
ve tekzibi O’nu derinden sarsıyordu…
Bu insanlar neden hakikati kabul etmezler ki?
Hidayetten niçin yüz çevirirler? Bu din kabul edilmeyecek bir din değil… Acaba
benden kaynaklı bir sorun mu var? Davet görevini gereğince yerine getiremedim
mi? Bu sorumluluğun hakkını veremedim mi? Hep kendini sorguluyor… Hatta
suçluyor… Hem de kendini helak edercesine… Nasıl bir dert ya Rabbi? Allah(cc)
müdahale ediyor, teselli veriyor… Kendine bu kadar yüklenme…
“Sana
düşen sadece tebliğdir…”(Nahl, 35)
O (sav) bu ulvi amaç için habire çırpınıyordu…
Cehalet ve şirk içinde kaybolan her bir kişiden kendini sorumlu tutuyordu… İnkâr
üzerine ölen insanları duydukça kendisi de adeta ölüp ölüp diriliyordu… Bir
kişi cehennem ateşine mi düştü? O’nun yüreğine de ateş düşüyordu… Bir kişiyi
daha kaybettim diye…
Evet, toplumsal sorumlulukları altında ezilen ve
üzülen bir peygamber (sav)… Bireysel cennet hesapları için değil… O’nun için
bir kişinin hidayetine vesile olmak dünyalara bedel bir kazanımdı… O (sav) hiç
kendisi için yaşamadı, hep ötekiler için yaşadı…
Şib-i EbiTalib’de ambargoya maruz kalırken en büyük
derdi, “Şimdi kime tebliğde bulunacağım?” kaygısı içinde idi…
Taif’te taşlanırken, canını yakan taşlar değildi,
Taiflilere yönelik davetimi tamamlayamadım derdindeydi… Yine de umudunu
yitirmedi:
“Bunların
soyundan hidayet üzere nesiller gelecek”
beklentisi içindeydi…
Fetih günü, iki bin Kureyşlinin kellesini istemedi,
kalplerini fethetme derdinde idi.. Mekkelilerin kalbini fethetmeden, fetih
eksik demekti…
Huneyn sonrası altı bin esiri İslam’a nasıl ikna
edebilirim arayışında idi…
Çünkü O’na gelen öğretide bir insanı diriltmek tüm
insanlığı diriltmeye eşdeğer bir yücelikti…
Şimdi aynı ayeti, yani ‘’Şuara 3’’ ayetini kendimize
yönelik, bize özel bir okumaya hazır mıyız?
Biz bu ayete doğrudan muhatap olabilecek bir
duyarlılığa sahip miyiz? Yoksa sadece Hz. Muhammed (sav)e mi tahsis ediyoruz…
Ayetin bize yönelik etkisi nedir?
Biz ümmet olarak Hz. Peygamberin peygamberlik sıfatı
dışında bütün fonksiyonlarına mirasçıyız değil mi?
Elçi’nin elçisi olan bizler, bu toplumdan elimizi
nasıl çekebiliriz?
İçinde yaşadığımız toplumun yaklaşık yüzde 75’i
namazsız ve Kur’an’sız yaşıyor, buna nasıl duyarsız kalabiliriz? Oluşan bu
tablo da bizim hiç mi kusurumuz yok? Hiç bir ihmalimiz söz konusu değil öyle
mi?
Cehalete, sisteme, çevreye kurban giden nesiller
için vicdanımız sızlıyor mu? Suç bataklıklarından zay olan kuşaklar hangi
ihmalin sonucu artık sormamız gerekiyor?
Nebevi bir
hassasiyetle, rabbani bir duruşla insanların dertleriyle dertlenmek,
doğrularımızı paylaşmak durumundayız…
Hemen… Şimdi… Burada…